PKu8[oa,mimetypeapplication/epub+zipPKu8[(q content.opf Güzelleştiğim O Yaz tr guzellestim-o-yaz PKu8[yK"K" chap0.xhtml Bölüm 1

Bölüm 1


JENNYHAN
İngilizceden Çeviren: Banu TAYLAN ÖGÜDÜCÜ
A R T E M İ S
Y A Y I N L A R I ,
İ S T A N B U L

ARTEMİS
AB/548
ABG/264
AÇ/787
A/55
GÜZELLEŞTİĞİM O YAZ
Jenny Han
O rijinal Adı: The Summer I Turned Pretty
Genel Yayın Yönetmeni: Ilgın Sönmez
İngilizceden Çeviren: Banu Taylan Ö ğüdücü
Editör: Yeiiz Üslü
Yaratıcı Yönetim: photoRepublic
G rafik: M ebruke Bayram, M urat Yıldırım
1. Basım: Temmuz 2 0 1 6
ISBN: 9 7 8 - 6 0 5 - 3 0 4 - 0 9 1 - 0
Sertifika N o : 1 0 9 0 5
Jenny Han © 2 0 0 9
Bu kitabın Türkçe yayın hakları Aslı Karasuil Telif Hakları Ajansı aracılığıyla Alfa
Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti.'ne aittir. Yayınevinden izin alınmadan kısmen ya
da tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve
yayımlanamaz.
ARTEMİS YAYINLARI
Ticarethane Sokak N o : 5 3 C ağaloğlu / İstanbul
Tel: (2 1 2} 5 1 3 3 4 2 0 - 21 Faks: (212) 5 1 2 3 3 7 6
e - posta: editor@ artemisyayinlari.com
w w w .artem isyayinlari.com
Baskı ve Cilt: M elisa M atbaacılık
Çiftehavuzlar Yolu A car Sitesi N o : 4 Bayrampaşa / İstanbul
Tel: (212) 6 7 4 9 7 2 3 Faks: (212) 6 7 4 9 7 2 9 Sertifika N o : 1 2 0 8 8
G enel Dağıtım: Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti.
Tel: |2 12) 5 M 5 3 0 3 Faks: (212 ) 5 1 9 3 3 0 0
Artemis Yayınlan, Alfa Yayın Grubu'nun tescilli markasıdır.

o y a z
JENNV HAN
A R T E M İ S
Y A Y I N L A R I ,
İ S T A N B U L

Hayatımdaki tüm önemli kız kardeşlere,
özellikle de Claire’e...

“Gerçekten burada olduğuna inanamıyorum,” dedim.
O da neredeyse utangaçça, “Ben de,” dedi. Ve tereddüt etti.
“Hâlâ benimle geliyor musun?”
Doğrusu bunu sormasına bile inanamadım. Onunla her yere
giderdim. “Evet,” dedim. Dünyada sanki o andan başka hiçbir
şey yoktu. Sadece biz vardık. Geçtiğimiz ve ondan önceki yaz­
larda olan her şey, bizi bu sonuca getirmişti. Şimdiye.


^İAAMAA/ Bölüm
edi bin yıldır arabadaydık. En azından ben böyle hisse­
diyordum. Erkek kardeşim Steven, büyükannemizden
daha yavaş araba kullanıyordu. Ayaklarımı arabanın ön paneli­
ne yaslamış, onun yanında oturuyordum. Annem de arka kol­
tukta sızmıştı. Uyurken bile tetikte görünüyordu, sanki her an
uyanıp trafiği yönetecekmiş gibi.
Steven’ı omzundan dürterek “Daha hızlı sür,” dedim. “Şu
bisikletli çocuğu geçelim.”
Steven omzuyla elimi silkeledi. “Sürücüye hiçbir zaman do­
kunma,” dedi umursamazca. “Ve şu pis ayaklarını torpidomdan
Ayak parmaklarımı ileri geri oynattım. Bana oldukça temiz
çek.”
görünüyorlardı. “Senin torpidon değil. Bu araba çok yakında
benim olacak, biliyorsun.”
1

Steven alaycı bir şekilde, “Eğer ehliyetini almayı başarabi­
lirsen,” dedi. “Senin gibilerin araba kullanmasına izin verilme­
meli.”
Pencereden dışarıyı işaret ederek “Şuna baksana,” dedim.
“Tekerlekli sandalyedeki adam az önce bize tur bindirdi!”
Steven beni duymazdan geldi, ben de radyoyla oynadım.
Sahile gitmekle ilgili en sevdiğim şeylerden biri de radyo istas­
yonlarıydı. Bu radyo istasyonlarını da en az evimizdeki istasyon­
lar kadar iyi biliyordum ve Q94’ü dinlemek, içten içe sahilde
olduğumu iyice kavramamı sağlıyordu.
En sevdiğim radyo kanalını buldum. Pop müzikten klasikle­
re ve hip-hop’a kadar her şeyi çalardı. Tom Petty, “Free Fallin”i
söylüyordu. Ben de onunla birlikte şarkıya eşlik ettim. “O Elvis’e
hayran, iyi bir kız. Atlan sever, bir de erkek arkadaşını. ”
Steven’ın radyo kanalını değiştirmek için uzattığı elini ittire­
rek uzaklaştırdım. “Belly, sesin içimde arabayı okyanusa sürme
isteği uyandırıyor,” dedikten sonra, direksiyonu sağa kırarmış
gibi yaptı.
Ben daha da yüksek sesle şarkı söylemeye başlayınca annem
de uyandı. O da şarkıya eşlik etmeye başladı. İkimizin de sesi
berbattı ve Steven da klasik Steven hareketiyle, iğrenirmiş gibi
başını salladı. Kendisine sayıca üstün gelinmesinden nefret
ederdi. Annemizle babamızın boşanmış olmasının onu en çok
rahatsız eden kısmı, onun tarafını tutacak babam yanında bu­
lunmadığı için, oradaki tek erkeğin kendisi olmasıydı.
Steven’a takılsam da kasabanın içinden yavaşça geçmemizi
gerçekten umursamıyordum. Açıkçası bu araba yolculuğunu,
bu anı seviyordum. Kasabayı, Jimmy’nin Yengeç Kulübesi’ni,
?

Putt Putt’u ve tüm o sörf dükkânlarını tekrar görmek. Sanki
uzun süre sonunda eve dönmek gibiydi. Yazla ve yazın neler ge­
tirebileceğiyle ilgili milyonlarca vaadi içinde bulunduruyordu.
Eve giderek yaklaşırken, göğsümde o tanıdık kanat çırpması­
nı hissedebiliyordum. Neredeyse gelmiştik.
Camımı indirip havayı içime çektim. Hava tıpkı eskisi gibi
kokuyordu. Saçlarıma yapış yapış hissi veren rüzgâr, tuzlu deniz
esintisi... Hepsi tam olması gerektiği gibiydi. Sanki oraya gel­
memi bekliyorlardı.
Steven beni dirseğiyle dürttü. Dalga geçercesine, “Conrad’ı
mı düşünüyorsun?” diye sordu.
İlk defa olarak cevabım olumsuzdu. “Hayır,” diye çıkıştım.
Annem başını ikimizin koltuğunun arasından uzattı. “Belly,
hâlâ Conrad’dan hoşlanıyor musun? Geçen yaz olanlara bakı­
lacak olursa, Jeremiah’yla aranızda bir şeyler olabileceğini dü­
şündüm.”
“NE? Sen ve Jeremiah mı?” Steven midesi bulamrmış gibi
yaptı. “Jeremiah’yla aranızda ne oldu ki?”
İkisine de, “Hiçbir şey,” dedim. Göğsümden yukarılara doğru
kızardığımı hissedebiliyordum. Kızarıklığımı örtecek denli bronz
olmayı diledim. “Anne, iki insanın iyi arkadaş olması aralarında bir
şey olduğu anlamına gelmez. Lütfen bu konuyu bir daha açma.”
Annem arka koltukta geriye yaslandı. “Tamamdır,” dedi.
Sesinde, Steven’ın da tekrar konuyu açamamasım sağlayacak bir
netlik vardı.
Ama yanımdaki Steven olduğundan, bunu yine de denedi.
“Jeremiah’yla aranızda ne oldu ki? Böyle bir şey söyleyip sonra
açıklama yapmadan konuyu kapatamazsın.”

“Unut gitsin,” dedim. Steven’a bir şey söylemek, ona sadece
benimle dalga geçmesi için koz vermek olurdu. Hem anlatacak
bir şey de yoktu. Hiçbir zaman, anlatacak bir şey olmamıştı.
Conrad ile Jeremiah, Beck’in oğullarıydı. Beck, Susannah
Fisher’dı; eski adıyla Susannah Beck. Annem ona Beck diyen
tek kişiydi. İkisi birbirini dokuz yaşından bu yana tanıyordu
-birbirlerine kan kardeşim diyorlardı. Hem bunu kanıtlayacak
yara izlerine de sahiplerdi -bileklerinde, kalbe benzer, aynı yara
izinden vardı.
Susannah, ben doğduğumda, oğullarından birinin kısmeti
olacağımı bildiğini söylemişti bana. Bunun kaderim olduğunu
belirtmişti. Genelde böyle şeylere yorum bile yapmayan an­
nem de bunun mükemmel olacağını ama tek eşliliğe geçmeden
önce, en az bir iki aşkım olması gerektiğini söylemişti. Aslına
bakılırsa, “Bir iki âşık...” demişti ama bu söz irkilmeme neden
olmuştu. Susannah ellerini yanaklarıma koyup “Belly, sana en
içten onayımı veriyorum. Oğullarımı başkasına kaptırmayı hiç
istemem,” demişti.
Bebekliğimden, hatta daha ben daha doğmadan beri,
Susannah’nın Cousins Sahili’ndeki yazlığına her yaz gidiyorduk.
Bana göre Cousins, kasabadan çok, evden ibaretti. O ev benim
dünyamdı. Orada sadece bize özel sahilimiz vardı. Yazlık, pek
çok şeyden oluşurdu. Etrafında koşturduğumuz evi sarmalayan
veranda, sürahilerce buzlu çay, akşamlan girdiğimiz yüzme ha­
vuzu -ama en çok da oğlanlar.
Oğlanların aralık ayında nasıl göründüklerini hep merak
ederdim. Onları yaban mersini rengi atkıları, boğazlı kazakları
ve pembe yanaklarıyla bir Noel ağacının önünde hayal ederdim

PKu8[T@@ chap1.xhtml Bölüm 2

Bölüm 2

ama bu görüntü sanki hep hatalı gibi gelirdi. Kış Jeremiah’sım
ya da kış Conrad’ını bilmiyordum ve bilen herkesi de kıskanı­
yordum. Ben şıpıdık terlikleri, güneşten yanmış burunları, ma­
yoları ve kumu biliyordum. Peki ya onlarla ormanda kar topu
savaşı yapan New England kızları? Arabanın ısınmasını bekler­
ken onlara sokulan ya da dışarısı soğukken oğlanların ısınsın­
lar diye montlarını verdikleri kızlar. Şey, belki Jeremiah bunu
yapardı ama Conrad yapmazdı. Conrad asla bunu yapmazdı;
onun tarzı değildi. Yine de bu adil değildi.
Tarih dersinde radyatörün yanına oturur, ne yaptıklarını dü­
şünürdüm. Onlar da bir yerlerde ayaklarını radyatörün altına
sokup ısıtıyorlar mıydı? Yaz için gün sayardım. Bana göre, kışın
hiçbir önemi yoktu. En önemli olan yazdı. Tüm hayatım yazlar­
dan ibaretti. Sanki hazirana dek, o evde, o sahilde olana kadar,
yaşamaya başlamıyordum.
Conrad bir buçuk yaş farkla, oğlanların en büyüğüydü.
Gizemli, karanlık bir çocuktu. Tamamıyla ele geçirilemez, ula­
şılamaz. Çarpık bir gülümsemesi vardı ve kendimi hep o ağza
bakarken bulurdum. Yamuk ağızlar, içinizde onları öpme, o
çarpıklığı düzeltme isteği uyandırırdı. Belki de düzeltme değil
ama... Bir şekilde kontrol etmek isterdiniz. Kendinizin yapmak.
Conrad ile yapmak istediğim de tam olarak buydu. Onu kendi­
min yapmak istiyordum.
Jeremiah ise arkadaşımdı. Bana karşı hep iyiydi. Hâlâ anne­
sine sarılan, yaşı teknik olarak bunun için büyük olsa da hâlâ
annesinin elini tutmak isteyen bir çocuk. Bundan utanmazdı
da. Jeremiah Fisher, utanmaya vakit harcamayacak kadar eğlen­
mekle meşguldü.
5

Jeremiah’mn okulda Conrad’dan daha popüler olduğuna
bahse girerdim. Eğer futbol olmasa, Conrad o kadar da önem­
li biri olmazdı. Bir futbol tanrısı değil de sessiz, dengesiz bir
Conrad olurdu. Öyle olması hoşuma da gidiyordu. Conrad’ın
yalnız olup gitarını çalmayı tercih etmesi hoşuma gidiyordu.
Sanki tüm o aptal lise olaylarının üzerindeydi. Conrad benim
okuluma gitseydi futbol oynamaz, bunun yerine edebiyat dergisin­
de olur ve beni fark ederdi, diye düşünmek hoşuma gidiyordu.
Sonunda evin önünde durduğumuzda Jeremiah ve Conrad
ön verandada oturuyordu. Steven’ın önüne eğilip kornayı iki
kere çaldım; bunun yaz dilimizdeki anlamı, gelin de bavulları­
mıza yardım edin millet'ti.
Conrad artık on sekiz yaşındaydı. Doğum gününü yeni
kutlamıştı. İnsan inanamıyordu ama geçen yazdan da uzundu.
Saçları Jeremiah’nın uzamış saçlarının aksine, kulak hizasında
kısa kesilmişti ve her zamanki gibi simsiyahtı. Jeremiah uzun
saçla biraz dağınık görünüyordu ama iyi anlamda bir dağınık­
lıktı bu -1970’lerin tenisçileri gibi. Daha küçükken, saçları kı­
vırcık ve sarıydı, yazın neredeyse platin sarısı olurdu. Jeremiah
lülelerinden nefret ederdi. Conrad bir süre onu ekmek kabuk­
larının saçını kıvırcık yaptığına inandırdığından, Jeremiah da
sandviçlerin kenarlarını, kabuklarını yemeyi kesmiş, Conrad da
onları mideye indirmişti. Jeremiah büyüdükçe saçlarının kıvır-
cıklığı giderek azalmış, yerini dalgalıya bırakmıştı. Onun lülele­
rini özlüyordum.
Susannah, Jeremiah’ya küçük meleğim derdi. Jeremiah da
kırmızı yanakları ve sarı lüleleriyle gerçekten bir meleğe benzer­
di. Gerçi hâlâ kırmızı yanakları vardı.
6

Jeremiah’nın elinde bir megafon vardı. “Steve!” diye bağırdı.
Steven onlara doğru salınarak yürüyüp erkeklerin yaptı­
ğı gibi sarılırken, arabada oturup izledim. Hava tuzlu ve ıs­
laktı. Sanki her an deniz suyu gökten aşağı yağabilirmiş gibi.
Ayakkabılarımın bağcıklarını bağlıyormuş numarası yaptım
ama aslında onlara ve eve biraz daha bakabilmek için biraz za­
man kazanmak istiyordum. Ev büyük, gri ve beyazdı. Yoldaki
diğer evlere çok benziyordu ama onlardan güzeldi. Tıpkı bir
yazlığın olması gerektiği gibi olduğunu düşündüm. Ev gibiydi.
Sonra annem de arabadan çıktı. “Selam çocuklar. Anneniz
nerede?” diye seslendi.
“Selam Laurel. Biraz kestiriyor,” diye seslendi Jeremiah.
Genelde, arabamız yaklaşır yaklaşmaz uçarak evden çıkardı.
Annem yaklaşık üç adımda oğlanların yanına yürüdü ve iki­
sine de sıkıca sarıldı. Annemin sarılışı da el sıkması gibi sıkı ve
kuvvetliydi. Annem, güneş gözlüğü başının üzerine yerleştiril­
miş hâlde, evin içinde gözden kayboldu.
Arabadan çıkıp sırt çantamı omzuma attım. İlk başta onla­
ra doğru yürüdüğümü bile görmediler. Ama sonra fark ettiler.
Hem de gerçekten. Conrad beni, alışveriş merkezindeki erkek­
lerin yaptığı gibi çabucak baştan aşağı süzdü. Bana daha önce
hiç bu şekilde bakmamıştı. Bir kez bile. Arabadaki yüz kızarık­
lığımın geri geldiğini hissettim. Jeremiah da iki defa baktı. Beni
tanıyamamışçasına bakıyordu. Tüm bunlar sadece üç saniye
içinde oldu ama bana çok daha uzunmuş gibi geldi.
İlk Conrad bana sarıldı ama bu, çok yaklaşmamaya özen
gösteren, mesafeli bir sarılmaydı. Saçını yeni kestirmişti.
Ensesindeki teni, bir bebeğinki gibi pembe ve taze görünüyor­
7

du. Okyanus gibi kokuyordu. Conrad gibi kokuyordu. Conrad,
dudakları kulağımın yakınında, “Gözlüklü hâlini daha çok se­
viyordum,” dedi.
O lafı içimi acıttı. Onu ittirerek “Çok yazık. Lenslerim uzun
süre çıkmayacak,” dedim.
Conrad bana gülümsedi. O gülümseme içime işliyordu.
Gülümsemesiyle bunu her seferinde yapıyordu. Burnuma do­
kunarak “Sanırım yeni bir iki tane çıkmış,” dedi. Çillerimden
ne kadar utandığımı bilirdi. Ama her seferinde de çillerime ta­
kılırdı.
Ardından Jeremiah beni neredeyse havaya kaldırarak sarıldı.
“Belly Button* büyümüş!” diye sevinç çığlığı attı.
Güldüm. “Beni yere indir,” dedim. “Ter kokuyorsun.”
Jeremiah yüksek sesle güldü. “Her zamanki Belly,” dedi ama
bana kim olduğuma emin değilmiş gibi bakıyordu.
Başını yana eğerek “Sen de bir değişiklik var Belly,” dedi.
Kendimi şakaya hazırladım. “Ne? Lens taktım.” Ben de he­
nüz gözlüksüz hâlime alışmamıştım. En iyi arkadaşım Taylor
altıncı sınıftan bu yana beni lens takmam için ikna etmeye çalı­
şıyordu, ben de sonunda onu dinlemiştim.
Jeremiah gülümsedi. “O değil. Sadece farklı görünüyorsun
• ^ »
işte.
Arabaya geri yürüdüm ve oğlanlar da beni izledi. Arabayı
çabucak boşalttık ve işimiz biter bitmez bavulumla kitabımı
alıp eski yatak odama doğru yöneldim. Odam, Susannah’nın
çocukluk odasıydı. Duvarlar, rengi solmuş alacalı duvar kâğı­
dıyla kaplıydı ve içeride beyaz bir yatak odası takımı vardı. Çok
* Belly Button: Göbek deliği. Ç.N.

sevdiğim müzik kutusu da oradaydı. Kutunun kapağını açtığı­
nızda, Romeo ile Juliet’in eski versiyonunun müziği eşliğinde
bir balerin dönerdi. Takılarımı o kutunun içinde tutardım.
Odamla alakalı her şey eski ve soluktu ama ben bu hâlini sever­
dim. Duvarlarda, dört direkli karyolada ve özellikle de o müzik
kutusunda sırlar barındığını hissederdim.
Conrad’ı tekrar görmek, bana o şekilde bakması, bende tek­
rar nefes alma isteği uyandırmıştı. Şifonyerimin üzerindeki pe­
lüş kutup ayısını alıp göğsüme bastırdım. Adı Nane Junior’dı.
Kısaca Junior. İkiz yatağımda Junior ile oturdum. Kalbim o ka­
dar hızlı çarpıyordu ki sesini duyabiliyordum. Her şey aynıydı
ama tam da aynı değildi. Bana birinin küçük kız kardeşi gibi
değil de gerçek bir kızmışım gibi bakmışlardı.

SK^VVC/İ/ Bölüm
12
YAŞINDA
^ lk defa kalbim kırıldığında bu evdeydim. On iki yaşın­
daydım.
Oğlanların hep beraber olmadığı nadir akşamlardan biriydi.
Steven ile Jeremiah atari salonunda tanıştıkları bazı oğlanlarla
birlikte, gece balık avlamaya gitmişlerdi. Conrad canının git­
mek istemediğini söylemişti, ben de tabii ki davet edilmemiş­
tim. O yüzden o akşam sadece ikimiz vardık.
Şey, birlikte değildik ama aynı evdeydik.
Ayaklarımı duvara yaslamış, romantik bir kitap okuyordum
ki Conrad içeri girdi. Durup “Belly, bu akşam ne yapıyorsun?”
diye sordu.
Kitabımın kapağını hemen kapadım. “Hiçbir şey,” dedim.
Sesimi fazla hevesli ya da heyecanlı çıkarmamaya çalışmıştım.
Kapımı da odama uğraması umuduyla açık bırakmıştım.

Conrad, “Benimle deniz kıyısındaki tahta yola gelmek ister
misin?” dedi. Sesi kayıtsız gibiydi. Fazla kayıtsız.
Beklediğim andı bu. Tam da buydu. Sonunda yeterince
büyümüştüm. İçimden bir yanım da bunu biliyordu, hazır­
dı. Ben de onun gibi kayıtsız bir şekilde kitabımın üzerinden
Conrad’a baktım. “Olabilir,” dedim. “Canım karamel kaplı
elma çekiyor.”
Conrad, “Ben sana bir tane ısmarlarım,” dedi. “Acele edip
giyin de gidelim. Annelerimiz sinemaya gidiyor, bizi yolda bı­
rakırlar.”
“Tamam,” dedim.
Conrad gider gitmez kapımı kapayıp aynama koştum.
Saçımın örgülerini açıp taradım. O yaz saçım uzundu ve ne­
redeyse belime geliyordu. Ardından mayomu değiştirip beyaz
bir şortla en sevdiğim gri tişörtümü giydim. Babam, o tişörtün
renginin gözlerime uyduğunu söylerdi. Dudaklarıma biraz çilek
aromalı parlatıcı sürdüm. Dudak parlatıcısının tüpünü, daha
sonrası için cebime tıktım. Belki tekrar sürmem gerekirdi.
Arabada Susannah dikiz aynasından bana gülümseyip dur­
du. Ona, lütfen kes şunu, der gibi baktım ama aslında ben de ona
gülümsemek istiyordum. Nasılsa Conrad hiç dikkat etmiyordu.
Tüm araba yolculuğu boyunca camdan dışarı bakmıştı.
Susannah, “İyi eğlenceler çocuklar,” dedi ve ben kapımı ka­
parken bana göz kırptı.
Conrad ilk önce bana bir karamel kaplı elma aldı. Kendisine
de bir kola aldı ama hepsi buydu -genelde en az bir iki elma ya
da bir parça kek yerdi. Gergin görünüyordu ve böylesi de beni
iyice geriyordu.

Tahta yolda yürürken kolumu yanıma indirdim —ne olur ne
olmaz. Ama Conrad elime uzanmadı. Serin bir meltemin estiği
ve tek damla yağmurun yağmadığı, harika yaz akşamlarından
biriydi. Ertesi gün yağmur yağacaktı ama o akşam sadece serin
bir esinti vardı ve hepsi buydu.
“Oturalım da elmamı yiyeyim,” dedim ve oturduk. Sahile
bakan bir banka oturduk.
Elmamı dikkatle ısırdım. Karamelin dişlerime yapışmasın­
dan endişeleniyordum, o zaman beni nasıl öpecekti?
Conrad kolasını höpürdeterek yudumladı ve sonra saatine
baktı. “Elmanı bitirdiğinde çember geçirme standına gidelim.”
Benim için pelüş bir oyuncak kazanmak istiyordu! Hangisini
seçeceğimi şimdiden biliyordum. Atkılı ve tel çerçeveli gözlüklü
kutup ayısı. Tüm yaz onu gözüme kestirmiştim. Onu Taylor’a
gösterirken kendimi hayal edebiliyordum. A, bu mu? Onu be­
nim için Conrad Fisher kazandı.
Elmamın geri kalanını yaklaşık iki lokmada yuttum. Elimin
tersiyle ağzımı silerek “Tamam,” dedim. “Haydi gidelim.”
Conrad doğruca çember atma yerine yürüdü, ben de ona ye­
tişmek için çok hızlı yürümek zorunda kaldım. Her zamanki
gibi pek konuşmuyordu. Ben de açığı kapamak için, her zaman­
kinden daha fazla konuştum. “Sanırım eve geri döndüğümüzde
annem sonunda kablolu televizyon alabilir. Steven, ben ve ba­
bam, onu uzun zamandır ikna etmeye çalışıyoruz. Televizyona
karşı olduğunu iddia ediyor ama sonra biz buradayken tüm za­
manını eğlence kanalında film seyretmekle harcıyor. Bu tam bir
iki yüzlülük,” derken, Conrad’ın beni dinlemediğini fark edip
sustum. Çember atma standında çalışan kızı izliyordu.
1 2

Kız on dört ya da on beş yaşında gibiydi. Onunla ilgili ilk
fark ettiğim şey, şortu oldu. Civciv sarısıydı ve gerçekten ama
gerçekten kısaydı. İki gün önce giydiğim için oğlanların benim­
le dalga geçtiği şortun tıpatıp aynısı. Susannah ile o şortu aldı­
ğımda kendimi çok iyi hissetmiştim ama sonra oğlanlar onun
yüzünden benimle dalga geçmişlerdi. Şort o kızın üzerinde çok
daha güzel görünüyordu.
Kızın bacakları cılız ve çilliydi, kolları da öyleydi. Aslında
her şeyi cılızdı, dudakları bile. Saçları uzun ve dalgalıydı. Kızıl
renkti ama öyle açıktı ki neredeyse şeftali rengindeydi. Sanırım
şimdiye dek gördüğüm en güzel saçlardı. Kız saçlarını bir yana
atmıştı ve çok uzun oldukları için, insanlara çemberleri verirken
onları geriye atıp duruyordu.
Conrad çember atma standına onun için gelmişti. Beni
buraya getirmişti çünkü yalnız gelmek istememişti, Steven ile
Jeremiah’nın kendisine zor anlar yaşatmasını da istemiyordu.
Hepsi bundandı. Her şeyin nedeni buydu. Conrad’ın kıza bakış
şeklinden, nefesini tutuyor gibi görünmesinden hepsi anlaşılı­
yordu.
“Onu tanıyor musun?” diye sordum.
Conrad sanki orada olduğumu unutmuş gibi, şaşırmışçasına
baktı. “Onu mu? Hayır, pek sayılmaz.”
Dudağımı ısırdım. “Şey, istiyor musun?”
“Ne istiyor muyum?” diyen Conrad’ın kafası karışmış gibiy­
di ve bu sinir bozucuydu.
“Kızı tanımak istiyor musun?” diye sabırsızca sordum.
Onu gömleğinden tutup doğruca standa yürüdüm. Kız bize
gülümsedi. Ben de ona gülümsedim ama bu sadece rol gereğiy­

di. Üstüme düşen kısmı oynuyordum. Kız, “Kaç çember?” diye
sordu. Kızın diş telleri vardı ama onda enteresan durmuşlardı.
Diş teli değil de mücevher takıyormuş gibiydi.
Kıza, “Uç tane alacağız,” dedim. “Şortunu beğendim.”
Kız, “Teşekkürler,” dedi.
Conrad boğazını temizleyerek “Güzelmiş,” dedi.
“iki gün önce bunun tıpatıp aynısını giydiğimde bana çok
kısa olduğunu söylemiştin,” dedim, kıza dönerek. “Conrad fazla
korumacıdır da. Senin ağabeyin var mı?” diye sordum.
Kız güldü. “Hayır.” Conrad’a, “Sence fazla mı kısa?” diye
sordu.
Conrad kızardı. Onun kızardığını daha önce hiç görmemiş­
tim, onu tanıdığım bunca zaman içinde bir kez bile. İçimde
bunun son sefer olduğuna dair de bir his vardı. Saatime bakma
numarası yaparak “Con, ben gitmeden dönme dolaba binece­
ğim. Benim için bir ödül kazan, olur mu?” dedim.
Conrad hemen başını salladı ben de kıza veda edip oradan
uzaklaştım. Ağladığımı görmesinler diye dönme dolaba elimden
geldiğince hızlı gittim. Daha sonra kızın adının Angie olduğunu
öğrendim. Conrad benim için, atkılı ve tel çerçeveli gözlüklü
kutup ayısını kazandı. Angie’nin ona bu ayının ellerindeki en iyi
ödül olduğunu söylediğini anlattı. Benim de seveceğimi düşün­
düğünü söyledi. Ona, “Ben zürafayı tercih ederdim ama yine de
teşekkürler,” dedim. Ayıya Nane Junior adını verdim ve onu ait
olduğu yerde, yazlıkta bıraktım.

PKu8[ӑ55 chap2.xhtml Bölüm 3

Bölüm 3

S
i avulumu açıp yerleştirdikten sonra, oğlanları orada bula­
cağımı bildiğim için, doğruca havuza gittim. Kirli, çıp­
lak ayakları şezlonglardan çıkmış vaziyette uzanmışlardı.
Jeremiah beni görür görmez ayağa fırladı ve abartılı bir sesle,
“Baylar, Bayanlar-lar-lar!” diye bir sirk müdürü gibi konuşmaya
başladı. “Artık yazın ilk göbek üstü havuza atlama zamanı gel­
miştir.”
Tedirginlikle onlardan biraz uzaklaştım. Çok hızlı hareket
edersem her şey biterdi -o zaman beni kovalarlardı. “Olmaz,”
dedim. O sırada Conrad ile Steven ayağa kalkıp etrafımı sardı.
Steven, “Geleneğe karşı konulmaz,” dedi. Conrad da hain bir
şekilde sırıtmakla yetindi.
Umutsuzca, “Bunun için çok yaşlıyım,” dedim. Geriye doğ­
ru yürüdüm ve o zaman beni yakaladılar.

Steven ile Jeremiah bileklerimden tuttu.
“Haydi ama çocuklar,” diyerek onların ellerinden kurtulma­
ya çalıştım. Ayaklarımı sürüdüm ama beni çektiler. Karşı koy­
manın gereksiz bir çaba olduğunu biliyordum ama ayaklarımın
altı yerde sürünürken yansa bile her zaman bunu deniyordum.
Jeremiah beni koltuk altlarımdan tutup kaldırırken, “Hazır
mısın?” dedi.
Conrad ayaklarımı tuttu ve Jeremiah sol kolumu tutarken
Steven da sağ kolumu aldı. Bir un çuvalıymışım gibi beni ileri
geri sallamaya başladılar. Onlar gülerken, “Sizden nefret ediyo­
rum!” diye bağırdım.
Jeremiah, “Bir!” diye başladı.
Steven, “İki!” dedi.
Conrad da “Ve üç!” diye bitirdi. Ardından, üzerimde kıya­
fetlerimle beni havuza bırakıverdiler. Gürültülü bir sesle suya
çarptım. Suyun altından yaygaralarını duyabiliyordum.
Suya göbek üstü atılmam, oğlanların neredeyse bir milyon
yaz önce başlattıkları bir şeydi. Muhtemelen, bunu başlatan
Steven’dı. Nefret ediyordum bundan. Eğlencelerine dâhil
edildiğim ender zamanlardan biri olsa da işin en kötü kıs­
mının yüklendiği kişi olmaktan nefret ediyordum. Kendimi
güçsüz hissetmeme neden oluyordu, aynı zamanda sırf kız
olmamdan dolayı onlara karşı koyamayacak kadar zayıf oldu­
ğumu, .dışlandığımı bana hatırlatıyordu. Sanki bir başkasının
küçük kız kardeşiydim.
Eskiden böyle yaptıklarında ağlayarak Susannah ile anneme
koşardım ama bunun bir faydasını da göremezdim. Oğlanlar
beni ispiyoncu olmakla suçlardı. Şimdi böyle yapmayacaktım

gerçi. Şakayı kaldıracaktım. Böyle yaparsam, belki bu işten bu
kadar keyif almamaya başlarlardı.
Suyun yüzüne çıktığımda gülümseyerek “Siz daha on yaşın-
dasınız,” dedim.
Steven kendini beğenmişçesine, “Her zaman,” diye yanıtla­
dı. O kendini beğenmiş suratı, yüzünü ve parasını ödemek için
üç hafta çalıştığı Hugo Boss gözlüklerini ıslatıp suya batırma
isteği uyandırdı içimde.
Sonra, “Sanırım bileğimi burktun Conrad,” dedim. Onlara
yüzerken güçlük çekiyormuş numarası yaptım.
Conrad havuzun kenarına yürüdü. Sırıtarak “Eminim yaşar­
sın,” dedi.
“En azından sudan çıkmama yardım et,” dedim.
Conrad çömeldi ve elini uzattı, ben de tuttum.
Sersemlemiş hâlde, “Teşekkürler,” dedim. Ardından elini sı­
kıca tutup kolunu mümkün olduğu kadar hızlı çektim. Conrad
tökezleyerek öne doğru düştü ve benden bile çok su sıçratarak
kendini havuzda buldu. Sanırım o an, hayatımda gülmediğim
kadar güldüm, jeremiah ile Steven da güldüler. Belki de tüm
Cousins Sahili gülmemizi işitmiştir.
Conrad’ın kafası çabucak suyun üzerine çıktı ve yaklaşık
İki kulaçta bana doğru yüzdü. Bana çok kızmış olabileceğin­
den korktum ama çok da öfkeli görünmüyordu. Tehditkâr bir
biçimde gülümsüyordu sadece. Ondan uzaklaştım. Neşeyle,
“Beni yakalayamazsın,” dedim. “Çok yavaşsın!”
Her defasında bana yaklaştığında ben de uzağa yüzdüm.
Kıkırdayarak “Marco!” diye seslendim.
Eve yönelen Jeremiah ile Steven, “Polo!” diye yanıt verdiler.

Güldüm ve bu yüzden yüzmem yavaşladı. Conrad da ayağı­
mı yakaladı. Gülmeye devam ederek “Bırak beni,” dedim.
Conrad başını salladı. Bana doğru iyice yaklaşarak “Hani çok
yavaştım?” dedi. O an, dalış yaptığımız noktadaydık. Conrad’ın
beyaz tişörtü içini gösteriyordu ve teninin pembemsi altın ren­
gini görebiliyordum. Birden aramızda tuhaf bir sessizlik oldu.
Ayağıma tutunuyordu ve ben de su yüzünde kalmaya çalışıyor­
dum. Bir anlığına Jeremiah ile Steven’ın hâlâ orada olmalarını
diledim. Nedenini bilmiyordum.
“Bırak beni,” dedim yeniden.
Conrad ayağımı çekerek beni kendisine yaklaştırdı. Ona bu
kadar yakın olmak başımı döndürüyor ve beni geriyordu. Bir
kez daha, bunda ciddi olmasam da, “Bırak beni,” dedim.
Conrad da bıraktı. Sonra da başımı suya gömdü. Önemli
değildi. Zaten nefesimi tutuyordum.

Bölüm
zerimize kuru giysiler giydikten kısa bir süre sonra,
Susannah uykusundan uyanıp aşağı geldi ve eve gelişi­
mizde bizi karşılayamadığı için özür diledi. Hâlâ uykulu gö­
rünüyordu ve saçları da küçük bir çocuğunki gibi, bir tarafta
kuş tüyü gibi toplanmıştı. İlk olarak annemle uzunca ve sıkıca
sarıldılar. Annem onu gördüğüne o kadar memnun görünü­
yordu ki gözleri yaşarmıştı. Ve normalde, annem hiç ağlamak­
lı olmazdı.
Sonra sıra bana geldi. Susannah beni sarılmak için kendine
çekti ve kimin daha önce geri çekileceğini, bunun daha ne ka­
dar süreceğini merak ettiğiniz o uzun kucaklaşmalardan birini
yaşadık.
“Zayıflamış görünüyorsun,” dedim. Çünkü söylediğim hem
doğruydu hem de Susannah’nın bunu duymaktan hoşlanaca­

ğını biliyordum. Her zaman diyetteydi ve her zaman yediğine
dikkat ederdi. Bana göre mükemmeldi.
Susannah sonunda beni bırakıp kol mesafesinden bakarak
“Teşekkürler tatlım,” dedi. “Sen ne zaman böyle büyüdün? Ne
zaman bu karşımdaki olağanüstü kadına dönüştün?”
Utangaç bir şekilde gülümseyip oğlanların etrafta değil de
yukarıda olmasına sevindim. “Her zamanki gibi görünüyorum.”
“Her zaman çok tatlıydın ama bir tanem, şu hâline bak.”
Başını onu hayrete düşürmüşüm gibi salladı. “Çok güzelsin.
Çok güzel. Harika bir yaz geçireceksin. Asla unutamayacağın
bir yaz olacak.” Susannah her zaman böyle kesin konuşurdu ve
bunu ilan ettiğinde dedikleri gerçekleşecekmiş gibi gelirdi.
İşin aslı, Susannah haklıydı. Asla unutmayacağım bir yazdı
bu. Her şeyin başladığı yazdı. Güzelleştiğim yazdı. Çünkü ken­
dimi ilk defa böyle hissediyordum. Yani güzel hissediyordum.
Bu yaza kadar her yaz, olayların farklı olacağına inanıyordum.
Hayatın farklı olacağına. Ve bu yaz, sonunda farklıydı işte. Ben
farklıydım.

^ t^ U v c  / Bölüm
K j lk akşamki yemek her zaman aynıydı. Susannah’mn gel­
memizi beklerken pişirdiği bir koca tencere baharatlı balık
türlüsü. İçinde bir sürü karides, yengeç bacağı ve kalamar vardı
-kalamar sevdiğimi bilirdi. Küçükken, kalamarları ayırıp sona
saklardım. Susannah tencereyi yakındaki fırından aldığı bir­
kaç somun Fransız ekmeğiyle birlikte masanın ortasına koydu.
Hepimiz birer kâse alacaktık. Yemek sırasında daha fazlasını
istersek kepçeyi tencereye daldırıp durabilirdik. Susannah ile
annem her zaman kırmızı şarap içerdi. Biz çocuklar da üzüm
suyu içerdik ama o akşam masada herkes için şarap kadehi var­
dı. Otururken Susannah, “Artık bize katılacak kadar büyüdüler,
sence de öyle değil mi Laur?” diye sordu.
Annem, “Şey, emin değilim,” diye başladı ama sustu. “Of,
pekâlâ. Tamam. Kabalık ediyorum, öyle değil mi Beck?”
21

Susannah güldü ve şişenin tıpasını açtı. “Sen mi? Asla,” deyip
her birimize azıcık şarap koydu. “Bu özel bir akşam. Yazın ilk
akşamı.”
Conrad şarabını yaklaşık iki yudumda içti. Şarap içmeye alı­
şık gibi içmişti. Sanırım bir sene içinde pek çok şey gerçekleşe­
biliyordu. “Yazın ilk akşamı değil anne,” dedi.
“Evet, öyle. Yaz, arkadaşlarımız buraya gelene dek başla­
mıyor,” diyen Susannah, masanın üzerinden uzanıp benim ve
Conrad’ın eline dokundu.
Conrad neredeyse tesadüf gibi, elini hemen çekti. Susannah
bunu fark etmemiş gibiydi ama ben fark ettim. Conrad’ı her
zaman fark ederdim.
Jeremiah da bunu görmüş olmalıydı ki konuyu değiştirdi.
Tişörtünü kaldırarak “Belly, son yara izime bir bak,” dedi. “O
akşam üç gol attım.” Futbol oynayan Jeremiah tüm savaş yara­
larıyla gurur duyardı.
iyice bakmak için ona doğru eğildim. Tam karnının altında,
artık soluklaşmaya başlamış uzun bir yara izi vardı. Jeremiah’nın
vücut çalıştığı açıktı. Karnı düz ve sertti, geçen yaz hiç de böy­
le görünmüyordu. Şimdi Conrad’dan iri görünüyordu. “Vay,”
dedim.
Conrad homurdandı. Bir parça ekmek koparıp kâsesine ba­
narak “Jere ikili baklavalarını göstermek istiyor,” dedi. “Neden
sadece Belly’ye değil de hepimize göstermiyorsun?”
Steven sırıtarak “Evet, bize de göster Jere,” dedi.
Jeremiah da hemen gülümsedi. Conrad’a, “Takımdan ayrıl­
dığın için kıskanıyorsun,” dedi. Conrad futbolu bırakmış mıy­
dı? Bak bunu bilmiyordum işte.

Steven, “Conrad, takımdan ayrıldın mı dostum?” diye sor­
du. Sanırım o da bunu ilk kez öğreniyordu. Conrad futbolda
gerçekten iyiydi, Susannah bize gazetede çıkan haberlerini kesip
yollardı. Son iki senedir Jeremiah ile aynı takımdaydılar. Ama
takımın yıldızı Conrad’dı.
Conrad umursamazca omuz silkti. Saçları tıpkı benimkiler
gibi, hâlâ havuz yüzünden ıslaktı. “Sıkıcı olmaya başlamıştı,”
dedi.
Jeremiah, “Demek istediği, kendisinin sıkıcı olmaya başladı­
ğı,” dedi. Ardından ayağa kalkıp tişörtünü kaldırdı. “Oldukça
güzel, ha?”
Susannah başını geriye atıp gülerken, annem de ona eşlik
ediyordu. Elindeki ekmeği bir kılıç gibi sallayarak “Otur aşağı
Jeremiah,” dedi.
Jeremiah, “Sen ne düşünüyorsun Belly?” diye sordu. Sanki
göz kırpıyormuş gibi görünüyordu ama aslında kırpmıyordu.
Gülmemeye çalışarak “Oldukça iyi,” dedim.
Conrad alaycı bir şekilde, “Şimdi hava atma sırası Belly’de,”
dedi.
Susannah şarabından bir yudum alıp bana gülümseyerek
“Belly’nin hava atmaya ihtiyacı yok. Ona sadece bakarak ne ka­
dar güzel olduğunu görebiliyoruz.”
“Güzel mi? Ya, tabii,” dedi Steven. “Başımın güzel belasıdır.”
Annem, “Steven!” diye uyardı.
“Ne? Ne dedim ki?” diye sordu Steven.
Tatlılıkla, “Steven güzellik kavramını anlayamayacak kadar
domuzdur,” dedim. Ekmeği ona doğru ittirdim. “Gel oğlum.
Biraz daha ekmek ye.”
2 3

Steven kabuklu bir parça ekmek daha kopararak “Yerim ta­
bii,” dedi.
Jeremiah, “Belly, bana ayarlayacağın güzel kızlardan bahset-
sene,” dedi.
“Bunu zaten bir kere denemedik mi?” dedim. “Taylor Jewel’ı
şimdiden unuttuğunu söyleme bana.”
O an Conrad da dâhil olmak üzere herkes güldü.
Jeremiah’nın yanakları kızardı ama o da sarsılarak gülüyor­
du. “Hiç iyi bir kız değilsin Belly,” dedi. “Kasabanın kulübünde
bir sürü tatlı kız var, benim için endişelenme. Sen Con için en­
dişelen. Çok şey kaçıran o.”
Planlarına göre Jeremiah ve Conrad kasabanın kulübünde
cankurtaran olarak çalışacaktı. Conrad geçen yaz orada çalış­
mıştı. Jeremiah da artık bu işi Conrad ile yapacak yaşa gelmişti.
Ama Conrad son dakikada fikrini değiştirmiş, bunun yerine şık
deniz mahsulleri büfesinde masalara bakmaya karar vermişti.
Oraya her zaman giderdik. On iki yaşın altındaki çocuklar
yirmi dolara yemek yiyebiliyordu. Bir zamanlar, on iki yaşın
altındaki tek kişi bendim. Annem her zaman garsona on iki ya­
şımdan küçük olduğumu söylerdi. Böyle demeyi ilke edinmişti
sanki. Annem bunu söylediği her sefer ortadan kaybolmak ister­
dim. Görünmez olmayı dilerdim. Oğlanlar bunu büyütmezdi.
isteseler bunu bir olay hâline getirebilirlerdi ama benim soru­
num, kendimi farklı, grubun dışında hissetmekti ve ben de bun­
dan nefret ederdim. Parmakla gösterilmekten nefret ederdim.
Sadece onlar gibi olmak isterdim.

PKu8[εb+.+. chap3.xhtml Bölüm 4

Bölüm 4

P JlX \M X ^ Bölüm
10 YAŞINDA
ğlanlar baştan bir takım oldular.
Conrad liderdi.
Dedikleri, kanun yerine geçerdi. Steven komuta zincirinde
İkinciydi ve Jeremiah da grubun soytarısıydı. O ilk gece Conrad,
oğlanların sahilde uyku tulumları içinde uyumasına ve ateş yak­
masına karar verdi. O bir izciydi, bu çeşit şeylerden anlardı. Ben
de kıskançlıkla onların plan yapışını izledim. Özellikle de biskü­
vilerle marşmelovları aldıklarında. Onlara, bütün kutuyu almayın,
demek istedim. Ama demedim -bu bana düşmezdi.
Conrad, “Steven, feneri aldığımızdan emin ol,” diye direktif
verdi. Steven hemen başını salladı. Onun daha önce birinden
emir aldığını hiç görmemiştim. Kendisinden sekiz ay büyük
Conrad’a hayranlık beslerdi; hep böyle olmuştu.
Benden başka herkesin yanında biri vardı. Evde babamla kara-
melli dondurma yapıp oturma odamızda, yerde yemeyi dilerdim.

Conrad bir uyku tulumunu yuvarlayarak “Jeremiah, kâğıtla­
rı unutma,” dedi.
Jeremiah ona selam verip dans etti ve bu kıkırdamama neden
oldu. “Emredersiniz efendim,” dedi Jeremiah. Ardından otur­
duğum kanepeye doğru dönerek devam etti. “Conrad da ba­
bamız gibi patronluk taslıyor. Kendini onu dinlemek zorunda
falan hissetme.”
Jeremiah’nm benimle konuşması, kendimi, “Ben de sizinle
gelebilir miyim?” diye soracak kadar cesur hissetmemi sağladı.
Steven hemen, “Hayır. Sadece erkekler. Öyle değil mi Con?”
dedi.
Conrad tereddüt etti. “Üzgünüm Belly,” derken, bir, hatta
iki saniye süresince gerçekten üzgünmüş gibi göründü. Hemen
ardından, uyku tulumunu yuvarlama işine geri döndü.
Onlara sırtımı dönüp televizyona baktım. “Sorun değil.
Aslında hiç de umursamıyorum.”
Steven neşeyle, “Aaa, bakın, Belly şimdi ağlayacak,” dedi.
Jeremiah ile Conrad’a, “istediği olmadığında ağlar. Babam her
zaman bu numarayı yer,” diye belirtti.
“Kapa çeneni Steven!” diye bağırdım. Gerçekten de ağla­
maktan korkuyordum. İhtiyacım olan son şey, birlikte ilk ge­
cemizde, bir bebek gibi ağlamaktı. O zaman gerçekten de beni
asla yanlarına almazlardı.
Steven şarkı söyler gibi, “Beee-liii ağ-la-ya-cak,” dedi.
Ardından Jeremiah ile hoplayarak dans etmeye başladılar.
Conrad, “Onu rahat bırakın,” dedi.
Steven dansını kesti. Kafası karışmış şekilde, “Ne?” diye
sordu.

Conrad başını sallayarak “Amma çocuksunuz,” dedi.
Oğlanların eşyalarını kaldırıp gitmeye hazırlanışını izledim.
Kamp yapma, grubun bir parçası olma şansımı kaçırıyordum.
Hemen, “Steven, sizinle gelmeme izin vermezsem anneme söy­
leyeceğim,” dedim.
Steven’ın yüzü çarpıldı. “Hayır, söylemeyeceksin. Annem is­
piyonculuk yapmandan nefret ediyor.”
Doğruydu, annem böyle şeyler için Steven’ı şikâyet etmem­
den nefret ederdi. Steven’ın da kendi başına arkadaşlarıyla za­
man geçirmeye ihtiyacı olduğunu, bir dahaki sefere kendisiyle
gidebileceğimi, hem evde onunla ve Beck’le daha fazla eğlene­
ceğimi söylerdi. Kollarımı kavuşturmuş şekilde, kanepeye iyice
çöktüm. Şansımı kaybetmiştim. Şimdi sadece ispiyoncu bir be­
bek gibi gözüküyordum.
Dışarı çıkarlarken Jeremiah dönüp benim için çabucak dans
etti ve ben de kendimi tutamayıp güldüm. Conrad omzunun
üzerinden, “İyi geceler Belly,” dedi.
Hepsi buydu. Âşık olmuştum.

Bölüm
ğlanların ailelerinin bizimkinden daha fazla parası oldu­
ğunu hemen fark etmedim. Yazlık ev çok şık bir yer sa­
yılmazdı. Çok sade, konforlu, içinde yaşandığı belli bir yerdi.
Renkleri solmuş çizgili kumaştan eski kanepeleri ve biz çocuk­
ların her zaman kapma mücadelesi verdiği, gıcırdayan bir tele­
vizyon koltuğu vardı. Güneşten ahşapların rengi solmuştu ve
duvarların beyaz boyaları yer yer dökülüyordu.
Yine de büyük bir evdi ve bizi rahat rahat misafir etmekle kal­
mayıp daha fazla insana da ev sahipliği yapabilirdi. Yıllar önce
binaya bir ek yapmışlardı. Bir uçta, annemin, Susannah’nın ve
Bay Fisher’ın odasıyla birlikte, boş bir misafir odası bulunuyor­
du. Diğer uçta benim odam, bir başka misafir odası daha ve oğ­
lanların paylaştığı, benim de kıskandığım bir oda yer alıyordu.
Odada bir ranzayla bir de tek kişilik yatak vardı ve o üçünün

tüm gece boyunca odalarında kıkırdayıp fısıldaşmalarını dinler­
ken, yalnız başıma uyumak zorunda oluşumdan nefret ederdim.
Birkaç defa oğlanlar benim de o odada uyumama izin verdiler
ama bunu yalnızca anlatmak istedikleri korkunç bir hikâye ol­
duğunda yaptılar. Ben iyi bir seyirciydim. Hep doğru yerlerde
çığlık atardım.
Büyüdükçe oğlanlar da oda paylaşmaya son verdi. Steven ai­
lelerin kısmında kalmaya başladı ve Jeremiah ile Conrad da be­
nim tarafımdaki kendi ayrı odalarına geçtiler. İlk başından beri
oğlanlarla banyomuz ortaktı. Bizim banyomuz evin bize ait olan
köşesindeydi. Annemin kendi banyosu vardı. Susannah’nın
odasından büyük banyoya geçiş bulunuyordu. Bizim banyoda
iki lavabo vardı. Jeremiah ile Conrad bir tanesini paylaşırken,
Steven ile ben de diğerini paylaşırdık.
Küçükken oğlanlar asla tuvalet kapağını indirmezdi. Şimdi
de indirmiyorlardı. Böylesi bana, durmadan onlardan farklı ol­
duğumu, onlar gibi biri olmadığımı hatırlatıyordu. Gerçi ufak
da olsa bazı şeyler değişmişti. Eskiden tüm banyo, ya su sıçrat­
ma savaşlarından ya da dikkatsizlikten ötürü su içinde kalırdı.
Artık, tıraş olduklarından o kısa çene kıllarının hepsini lavaboda
bırakıyorlardı. Banyo tezgâhı, farklı deodorantları, tıraş kremle­
ri ve parfümlerle doluydu.
Onlarda bendekinden daha çok parfüm vardı. Ben, baba­
mın bana on üç yaşındayken Noel’de aldığı, küçük, pembe bir
Fransız parfümü kullanıyordum. Parfüm vanilya, yanık şeker
ve limon karışımı gibi kokuyordu. Sanırım bunu babamın üni­
versite öğrencisi kız arkadaşı almıştı. Yoksa babam böyle şey­
leri seçmede iyi değildi. Her neyse, parfümümü onların onca
1 9

eşyasının arasında bırakmıyordum. Onu odamdaki şifonyerin
üzerinde bulunduruyordum. Ne de olsa hiç kullanmıyordum.
Neden yanımda getirdiğimi bile bilmiyordum.

T
J
J k İ4 X v u > 1/ Bölüm
^J^ykşam yemeğinden sonra aşağıda kanepenin üzerinde otur­
maya devam ettim, Conrad da benim gibi yaptı. Karşımda
oturup başını gitarının üzerine eğmiş şekilde tıngırdatmaya
başladı.
“Demek bir kız arkadaşın var,” dedim, “ilişkinizin oldukça
ciddi olduğunu duydum.”
“Ağabeyin çok boşboğaz.” Cousins için yola çıkmadan bir
ay kadar önce Jeremiah, Steven’ı aramıştı. Bir süre telefonda
konuşmuşlardı ve ben de Steven’ın yatak odasının kapısının
dışında, gizlice onları dinlemiştim. Steven çok fazla bir şey de­
memişti ama bu, ciddi bir konuşmaya benziyordu. Odaya dalıp
ona ne hakkında konuştuklarını sorduğumda, Steven beni her
şeye burnunu sokan biri olmakla suçladıktan sonra, sonunda
Conrad’ın bir kız arkadaşı olduğunu söylemişti.

“E, kız nasıl biri?” diye sorarken Conrad’a bakmadım. Ne
kadar umursadığımı görmesinden korkuyordum.
Conrad boğazını temizledi. “Biz ayrıldık,” dedi.
Neredeyse nefesimi tutuyordum. Kalbim yerinden hopladı.
“Annen haklı, sen tam bir ayran gönüllüsün.” Gerçi bunu şaka
niyetine söylemiştim ama kelimeler zihnimde ve havada bir bil­
diri gibi bir süre asılı kaldı.
Conrad geri çekildi. Duygusuzca, “O beni bıraktı,” dedi.
Conrad’dan ayrılacak birini hayal edemiyordum. BCızın neye
benzediğini merak ettim. Birden zihnimde, ilgi uyandırıcı, ger­
çek bir insana dönüşmüştü. “Adı neydi?” diye sordum.
Conrad haşin bir sesle, “Ne önemi var ki?” dedi. Sonra,
“Audrey,” dedi. “Adı Audrey.”
“Neden senden ayrıldı?” Kendime engel olamıyordum. Çok
meraklanmıştım. Kimdi bu kız? Açık sarı saçlı ve turkuaz renkli
gözlü, mükemmel manikürlü, oval tırnaklara sahip birini ha­
yal ediyordum. Ben zamanında piyano çaldığım için tırnakları­
mı hep kısa tutuyordum. Piyanoyu bıraktıktan sonra da onları
uzatmadım çünkü böyle olmalarına alışmıştım.
Conrad gitarı yere bırakıp karamsar bir şekilde boşluğa baktı.
“Değiştiğimi söyledi.”
“Peki değiştin mi?”
“Bilmiyorum. Herkes değişiyor. Sen de değiştin.”
“Ben- nasıl değiştim?”
Conrad omuz silkip tekrar gitarını aldı. “Dediğim gibi, her­
kes değişiyor.”
Conrad gitar çalmaya ortaokulda başlamıştı. Gitar çalmasın­
dan nefret ediyordum. Orada oturup gitarını tıngırdatır, pek bir
^ ?

şeye dikkat etmezdi. Biz televizyon izler ya da kâğıt oynarken o
gitar çalardı. Ya da odasında pratik yapardı. Ne için olduğunu
bilmezdim. Tek bildiğim, bizden uzakta zaman geçirdiğiydi.
Bir keresinde kulaklığının bir tanesini bana da uzatıp “Şunu
dinle,” demişti. “Harika değil mi?”
Pearl Jam’di. Conrad onları kendisi keşfetmiş gibi mutlu
ve heyecanlıydı. O grubu daha önce hiç duymamıştım ama
o an, hayatımda duyduğum en iyi şarkıydı. Dışarı çıkıp Ten
albümünü aldım ve durmadan onu dinledim. Beş numaralı
şarkıyı, “Black”i dinlediğimde, tekrar tekrar kendimi o anda
buluyordum.
Yaz bitip de eve geri döndüğümde müzik mağazasına gidip
notaları aldım ve şarkıyı piyanoda çalmasını öğrendim. Bir gün
Conrad’a eşlik edebileceğimi ve ikimizin bir grup olabileceğimi­
zi düşünüyordum. Ama bu fikrim çok aptalcaydı çünkü yazlıkta
piyano yoktu. Susannah, pratik yapabileyim diye yazlık için bir
piyano almaya niyetlenmiş ama annem ona izin vermemişti.

Bölüm
eceleri uyuyamadığımda gizlice aşağı süzülür, havuzda
( J yüzmeye giderdim. Havuzda turlar atar, yorulduğumu
hissedene kadar da durmazdım. Yatağa girdiğimde kaslarım
yorgunluktan ağrır ama aynı zamanda titrer ve rahatlardı da.
Yüzmeden sonra Susannah’nın mavi kantaron rengi banyo hav­
lularına sarınmaya bayılırdım. Susannah’dan önce hayatımda
banyo havlusu diye bir şey duymamıştım. Ardından parmak
uçlarımda, saçlarım hâlâ ıslakken yukarı çıkardım. Suda zaman
geçirdikten sonra insan çok güzel uyurdu. Başka hiçbir hisse
benzemiyordu.
İki yaz önce Susannah beni havuzda buldu ve bazı geceler
benimle birlikte yüzdü. Ben suyun altında turlarımı atarken
onun da suya daldığını ve havuzun diğer tarafında yüzmeye
başladığım anlardım. Konuşmaz, sadece yüzerdik ama onun

PKu8[qc22 chap4.xhtml Bölüm 5

Bölüm 5

orada olması rahatlatıcıydı. Onu peruksuz gördüğüm tek yaz,
o zamandı.
O zamanlar, kemoterapi yüzünden, Susannah peruğunu
her zaman takardı. Kimse, annem bile onu peruksuz görmezdi.
Susannah’nın saçları eskiden çok güzeldi. Uzun, karamel rengi
ve pamuk şeker gibi yumuşacık. Peruğu kendi saçlarıyla muka­
yese bile edilemezdi. Kaldı ki paranın alabileceği en iyi peruklar­
dandı ve gerçek saçtan yapılmıştı. Kemoterapiden sonra saçları
uzayınca, Susannah onları hep çene hizasında, kısa tuttu. O saçı
da güzeldi ama eskisinin aynısı değildi. Ona şimdi bakınca, es­
kiden, bir genç kız gibi upuzun saçları olduğunu hiç tahmin
etmezdiniz.
Yazın ilk gecesinde uyuyamamıştım. Hayatımın hemen her
yazı orada uyusam da yatağıma tekrar alışmam, her zaman bir
iki gecemi alırdı. Bir süre dönüp durdum ve sonra buna kat-
lanamamaya başladım. Artık zar zor üzerime olan, altın rengi
şeritlerle yüzücü kesimi sırta sahip eski yüzme takımı mayomu
giydim. Yazın ilk gece yüzüşüydü.
Gece yalnız yüzdüğümde her şey çok daha net görünürdü
gözüme. Kendimi nefes alıp verirken dinlemek, kendimi sakin,
istikrarlı ve güçlü hissetmemi sağlardı. Sanki sonsuza dek yüze-
bilirmişim gibi.
Birkaç kere ileri geri yüzdüm ve dördüncü turumda ters dö­
nerek kulaç atarken sert bir şeye çarptım. Nefes almak için su
üstüne çıktığımda bunun Conrad’ın bacağı olduğunu gördüm.
Havuzun kenarında oturmuş, bacaklarım suyun içinde sallan­
dırıyordu.
Onca zamandır beni izliyordu. Ve bir sigara içiyordu.

Çeneme dek suyun içinde kaldım, birden mayomun artık
bana ne kadar küçük geldiğinin farkına vardım. O oradayken
sudan çıkmamın olanağı yoktu.
Suçlarcasına, “Ne zamandır sigara içiyorsun?” diye sordum.
“Hem burada ne işin var?”
“İlk olarak hangisine cevap vereyim?” Yüzünde beni çıldır­
tan, o aşağılayıcı, eğlenirmiş gibi duran ifade vardı.
Havuzun kenarına yüzüp kollarımı duvara yerleştirdim.
“İkincisine.”
Omuz silkerek “Uyuyamadım, ben de yürüyüşe çıktım,”
dedi. Yalan söylüyordu. Dışarıya sadece sigara içmek için çık­
mıştı.
“Burada olduğumu nereden bildin?” diye sordum.
“Haydi ama Belly, her zaman gece burada yüzersin.”
Sigarasından bir nefes aldı.
Geceleri yüzdüğümü biliyor muydu? Ben bunun Susannah’yla
bizim özel sırrımız olduğunu düşünüyordum. Herkesin bilip
bilmediğini merak ettim. Açıkçası bunun neden önemli oldu­
ğunu bile bilmiyordum ama önemliydi. Benim için öyleydi.
“Pekâlâ, tamam. Sen ne zaman sigara içmeye başladın peki?”
“Bilmem. Galiba geçen sene.” Bilerek belirsiz konuşuyordu.
İnsanı çıldırtıyordu.
“İçmemelisin. Hemen bırakmalısın. Yoksa bağımlı mısın?”
Conrad güldü. “Hayır.”
“O zaman bırak. Eğer istersen yapabileceğini biliyorum.”
Eğer isterse her şeyi yapabileceğini biliyordum.
“Belki de bırakmak istemiyor umdur.”
“Bırakmalısın Conrad. Sigara içmek sana çok zarar verir.”
1 6

Conrad bana takılırcasına, “Eğer sigarayı bırakırsam, bana ne
verirsin?” diye sordu. Sigarayı yukarıda, kutu birasının üzerinde
tutuyordu.
Hava birdenbire değişti. Sanki bir şimşek tarafından çarpıl­
mışım gibi, elektrik yüklüydü. Havuzun kenarım bırakıp ondan
uzaklaşmaya başladım. Konuşmadan uzun süre geçmiş gibi gel­
di. “Hiçbir şey,” dedim. “Kendin için bırakmalısın.”
Conrad, “Haklısın,” dedi ve o elektrik yüklü an da son bul­
du. Ayağa kalktı ve sigarasını kutunun üzerinde söndürdü. “İyi
geceler Belly. Fazla geç vakte kadar burada kalma. Geceleri ne
çeşit canavarların çıktığını bilemezsin.”
Her şey tekrar normale döndü. O uzaklaşırken bacaklarına
su sıçrattım. “Canın cehenneme,” dedim arkasından. Uzun bir
süre önce Conrad, Jeremiah ve Steven, beni kahverengi saçlı,
grimsi mavi renk gözlü, tombul kızları seven, kaçak bir çocuk
katili olduğuna inandırmışlardı.
“Bekle, sigarayı bırakıyor musun?” diye arkasından seslendim.
Cevap vermedi. Sadece güldü. Kapıyı kaparken omuzlarının
sarsılmasından bunu anlayabiliyordum.
O
gittikten sonra suyun üzerinde kaldım. Kalbimin atışlarını
kulaklarımda işitebiliyordum. Bir metronom gibi hızlı atıyordu.
Conrad farklıydı. Bana Audrey’den bahsetmeden önce de ye­
mekte bir şeyler hissetmiştim. O değişmişti. Yine de üzerimdeki
etkisi hâlâ aynıydı. Tamamen aynıydı. Tıpkı Grizzly’deki eğ­
lence parkı Kings Dominion’da, trenin içinde, ilk tepeden aşağı
inmek üzere beklerken olduğum gibiydim.

Bölüm
/JLynnem, “Belly, babanı daha aramadın mı?” diye sordu.
“Hayır.”
“Bence onu arayıp neler yaptığını anlatmalısın.”
Gözlerimi devirdim. “Evde oturup bununla ilgili endişelen­
mediğine bahse girerim.”
“Ne fark eder ki?”
“Peki Steven’a onu arattın mı?” diye karşı atakta bulundum.
Annem aynı tonda bir sesle, “Aratmadım,” dedi. “Babanla
Steven, üniversitelere bakmak için iki haftayı birlikte geçirecek­
ler. Senşe onu yaz sonuna dek görmeyeceksin.”
Annem neden bu kadar mantıklı olmak zorundaydı ki? Her şey­
de böyleydi. Makul bir boşanma yaşayan, tanıdığım tek insandı.
Ayağa kalkıp bana telefonu verdi. Odadan ayrılmadan da
önce, “Babanı ara,” dedi. Babamı aradığım her zaman, sanki
3 8

bana rahat konuşmam için alan yaratırmış gibi odadan ayrılırdı.
Sanki babama, anneme söyleyemeyeceğim sırlarımı anlatırmı­
şım gibi.
Onu aramadım. Telefonu ahizesine yerine koydum. O beni
aramalıydı, ben onu değil. O babaydı; ben sadece çocuktum.
Hem babalar yazlığa ait değildi. Ne babam ne de Bay Fisher.
Tabii ki ziyarete gelirlerdi ama burası onların mekânı değildi.
Buraya ait değillerdi. Annelerle biz çocukların olduğu gibi değil.

9 YAŞINDA
iz verandada kâğıt oynarken, annemle Susasannah da
margarita içip kendi kâğıtlarıyla oynuyordu. Güneş bat­
maya başlamıştı ve çok geçmeden anneler içeri girecek, mısır
haşlayıp sosis pişireceklerdi. Kâğıt oyunları Jeremiah yı çok
sıkardı ve her zaman, yapacak, konuşacak daha enteresan bir
şeyler arardı.
Annem bir sigarayı söndürerek “Çünkü kızlık soyadı Beck,”
dedi. Annemler yalnızca birlikteyken sigara içtiğinden, bu, özel bir
durumdu. Annem Susannah ile sigara içmenin kendisini yeniden
gençmiş gibi hissetmesini sağladığını söylerdi. Ben de bunun ya­
şam süresini kısaltacağını söylerdim ama o, söylediklerimi geçiş­
tirir, eliyle bir hareket yapıp bana, “Şom ağızlılık yapma,” derdi.
Jeremiah, “Kızlık soyadı nedir?” diye sordu. Ağabeyim, Jeremiah
oyuna geri dönsün diye eline vurdu ama o aldırış etmedi.

Conrad, “Kadının evlenmeden önceki soyadı, şapşal,” dedi.
Susannah elindeki kâğıtları düzenlerken, otomatik bir şekil­
de, “Ona şapşal deme,” dedi.
Jeremiah, “İyi ama neden soyadını değiştirmesi gerekiyor
ki?” diye sordu.
“Gerekmiyor. Ben değiştirmedim. Benim adım Laurel
Dunne, tıpkı doğduğum gün olduğu gibi. Bu iyi, öyle değil mi?”
Annem, soyadını değiştirmediği için kendisini Susannah’dan
üstün görürdü. “Hem neden bir kadın, bir erkek için ismini
değiştirmek zorunda kalsın ki? Bence bunu yapmamalı.”
Susannah yere birkaç kâğıt atarak “Laurel lütfen kapa çene­
ni,” dedi.
Annem iç çekti ve kâğıtlarını yere fırlattı. “Artık bunu oyna­
mak istemiyorum. Başka bir şey oynayalım. Haydi, çocuklarla
pişti oynayalım.”
Susannah, “Mızıkçı,” dedi.
“Anne, biz pişti oynamıyoruz. Biz bahis oynuyoruz. Sen oy­
nayamazsın çünkü her zaman hile yapmaya çalışıyorsun,” de­
dim. Conrad benim partnerimdi ve kazanacağımıza da oldukça
emindim. Onu bilerek seçmiştim. Conrad kazanma konusunda
iyiydi. En hızlı yüzücüydü, en iyi sörfçüydü ve kâğıt oyunların­
da her zaman kazanırdı.
Susannah ellerini çırpıp güldü. “Laur, bu kız tam sen.”
Annem, “Hayır, Belly tam babasının kızıdır,” dedi ve iki­
si birbirlerine gizli birer bakış attılar, içimden, ne, ne, demek
geldi. Ama annemin ne olduğunu asla söylemeyeceğini biliyor­
dum. Annem tam bir sır küpüydü ve her zaman da öyle olmuş­
tu. Ben de sanırım babama benziyordum. Kenarlarında rengi
41

değişen gözlerine, onun burnunun kızsal bir versiyonuna, çıkık
çenesine sahiptim. Anneme çektiğim tek konu, ellerimdi.
Sonra o an geçti ve Susannah bana gülümseyerek “Tamamıyla
haklısın Belly. Annen hile yapar. Her zaman hile yapmıştır.
Hileciler asla kazanamaz çocuklar,” dedi.
Susannah bize hep çocuklar dese de bunu hiç umursamı­
yordum. Normalde umursardım ama Susannah’nın söyleyiş
biçimi, bunu kötü bir şeymiş, küçük bebeklermişiz gibi göster­
miyordu. Onun yerine, önümüzde koca bir yaşam varmış gibi
hissettiriyordu.

İ/M M / Bölüm
S
i ay Fisher yaz boyunca yazlığa uğrardı. Genelde hafta
sonları ara sıra gelir, ağustosun ilk haftası ise hep burada
olurdu. Bankacı olduğundan uzun bir süreliğine gelmesi im­
kânsızdı. Hem o yokken, sadece biz bizeyken, daha iyi olur­
duk. Bay Fisher kasabaya geldiğinde biraz daha dik dururdum.
Herkes öyle yapardı. Şey, Susannah ile annem hariç tabii ki.
İşin komik yanı, annem, Bay Fisher’ı Susannah kadar uzun za­
mandan beri tanırdı. Üçü birlikte üniversiteye gitmişlerdi ve
okulları da oldukça küçüktü.
Susannah bana her zaman Bay Fisher’a, Adam diye hitap
etmemi söylerdi ama bunu hiç yapamazdım. Kulağıma doğ­
ru bir şey gibi gelmezdi bu. Bay Fisher ismiyse kulağa doğru
gelirdi, ben de ona böyle hitap ederdim, Steven da ona böyle
derdi. Sanırım ondaki bir şey, insanları kendisine böyle hitap

etmeye davet ederdi ki bunu yapan sadece çocuklar değildi.
Bence o da bunu tercih ediyordu. Cuma akşamı, akşam ye­
meği vaktinde gelirdi ve biz de onu beklerdik. Susannah onun
en sevdiği içki olan zencefilli burbonu hazırlardı. Annem,
Bay Fisher’ı beklediği için Susannah ile dalga geçerdi. Ama
Susannah aldırmazdı. Aslına bakılırsa, annem, Bay Fisher ile
de dalga geçerdi. Bay Fisher da anneme takılırdı. Belki de ta­
kılmak doğru kelime değildi. Daha çok ağız dalaşıydı bu. Ağız
dalaşı yapar ama aynı zamanda gülümserlerdi de. Doğrusu ko­
mikti bu. Annemle babam nadiren kavga eder ama bu kadar
birbirlerine gülümsemezlerdi.
Sanırım Bay Fisher bir babaya göre yakışıklıydı. Her ha­
lükârda kendi babamdan daha yakışıklıydı ama aynı zamanda
ondan daha boştu. Bay Fisher’ın yakışıklılığı, Susannah’nın
güzelliğiyle yarışır mıydı bilmiyordum ama böyle düşünmemin
nedeninin Susannah’yı neredeyse herkesten çok sevmem olabi­
lirdi. Kim böyle bir insanla boy ölçüşebilirdi ki? Bazen insanlar
size göre, olduklarından milyon kere güzeldirler. Sanki onları
özel bir mercekten görürsünüz. Ama belki de onları öyle görü­
yorsanız, gerçekten de öyledirler. Bir ağaç ormanda düşerse ve
onun sesini duyacak kimse yoksa gerçekten ses çıkarır mı gibi
bir şey.
Bay Fisher bir yere gittiğimiz her sefer bize yirmi dolar verir­
di. Paranın kontrolü her zaman Conrad’da olurdu. “Dondurma
için,” derdi Bay Fisher. “Kendinize tatlı bir şeyler alın.” Tatlı bir
şeyler. Her zaman tatlı bir şeyler için olurdu. Conrad babasına
tapardı. Babası onun kahramanıydı. En azından uzun bir süre­
liğine. Sanırım benim babam, annemle ikisi ayrıldıktan sonra,

PKu8[}s99 chap5.xhtml Bölüm 6

Bölüm 6

onu doktora öğrencilerinden biriyle gördüğüm zaman kahra­
manım olmaktan çıkmıştı. Kız güzel bile değildi.
Tüm olanlar için babamı suçlamak kolaydı ama birisini suç­
lamam gerekseydi, bu kişi annem olurdu. Neden bu kadar so­
ğukkanlı, bu kadar sakindi ki? En azından babam ağlamıştı. En
azından acı çekiyordu. Annemse hiçbir şey söylemedi. Hiçbir
şeyi açığa vurmadı. Ailemiz dağıldı ve annem öylece hayatına
devam etti. Hiç doğru değildi.
O yaz sahilden eve geri döndüğümüzde babam çoktan taşın­
mıştı. İlk baskı Hemingway’leri, satranç seti, Billy Joel C D ’leri,
Claude, hepsi gitmişti. Claude babamın kedisiydi ve herkesten
çok ona aitti. Claude’u almakta haklıydı. Yine de üzücüydü.
Claude’un gidişi bir bakıma babamın gidişinden kötüydü.
Çünkü Claude, evimizde yaşayış şekli ve her alanı işgal edişiyle
değişmez bir unsurdu. Sanki evin sahibi oydu.
Babam beni öğle yemeği için AppleBee’s’e götürdüğünde,
özür dilercesine, “Claude’u aldığım için üzgünüm. Onu özlüyor
musun?” dedi. Yemeğin büyük kısmında, yeni çıkmakta olan
sakalına bulaşmış sosla durmuştu. Çok sinir bozucuydu. Sakal
da sinir bozucuydu, yemek de.
“Hayır,” dedim. Fransız soğan çorbasından başımı kaldırıp
bakamıyordum. “O zaten şenindi.”
Böylece babam Claude’u, annem de Steven ile beni aldı.
Böylesi, herkes için iyi sonuçlandı. Babamı çoğu hafta sonu
gördük. Ne kadar tütsü yakarsa yaksın hâlâ küf kokan yeni da­
iresinde de kalırdık.
Ben de tıpkı annem gibi tütsüden nefret ederdim. Sanırım
yeni yuvam dediği bu yerde istediği kadar tütsü yakabilmek,
i s

kendisini daha özgür ve egzotik hissetmesini sağlıyordu. Daireye
girer girmez suçlarcasına, “Burada tütsü mü yaktın?” diye sor­
muştum. Alerjimi şimdiden unutmuş muydu?
Babam suçlulukla, biraz tütsü yaktığım kabul etmişti ama
artık yakmayacaktı. Gerçi sonra tütsü yakmaya devam etti. Ben
orada yokken pencereye doğru yerleştirip yakardı ama hâlâ
onun kokusunu alırdım.
Daire iki yatak odalıydı ve babam büyük yatak odasında ya­
tarken ben de pembe çarşaflı, küçük bir tek kişilik yatağın olduğu
diğer odada yatardım. Ağabeyim açılır kanepede yatardı. Aslında
onu kıskanırdım çünkü televizyon izleyerek geç vakitlere dek
kalırdı. Benim odamda sadece bir yatak ve nadiren kullandığım
beyaz bir şifonyer vardı. Sadece bir çekmecesinde giysiler olurdu.
Geri kalan çekmeceler boştu. Odada bir de babamın benim için
aldığı kitapların bulunduğu bir kitaplık vardı. Babam bana hep
kitap alırdı. Benim de onun gibi zeki, kelimeleri ve okumayı se­
ven biri olmamı umardı. Okumayı severdim ama onun istediği
şekilde değil. Bir akademisyen gibi değil. Ben romanları sever­
dim. Ve o kaşındıran pembe çarşaflardan nefret ederdim. Eğer
bana sorsaydı ona pembe değil de sarı renk almasını söylerdim.
Yine de deniyordu. Kendine has bir şekilde, elinden gele­
ni yapıyordu. Sadece benim için ikinci el bir piyano alip onu
yemek odasına sıkıştırmıştı. Orada kaldığımda da piyano çalı­
şabileyim diye. Gerçi bunu neredeyse hiç yapmadım. Çünkü
piyanonun akordu bozuktu ama bunu ona söyleme cesaretini
de hiç bulamadım.
Yazı iple çekmemin nedenlerinden biri de buydu. Yaz, baba­
mın kasvetli, küçük dairesinde kalmama gerek olmayacağı an­

lamına geliyordu. Babamı görmeyi sevmiyor değildim; seviyor­
dum. Onu çok özlüyordum. Ama o daire çok bunaltıcıydı. Onu
kendi evimizde görebilmeyi diliyordum. Gerçek evimizde. Her
şeyin eskiden olduğu gibi olmasını istiyordum. Annem yazın
büyük kısmında bizi aldığı için, geri döndüğümüzde babam da
Steven ile beni yolculuğa çıkarırdı. Genelde babamın annesini,
büyükannemizi görmek üzere Florida’ya giderdik. Yolculuk da
bunaltıcı geçerdi. Büyükannem, annemi çok sevdiğinden, tüm
yazı, babamı ona dönmeye ikna etmeye çalışmakla geçirirdi.
Boşanmadan çok sonraları bile hâlâ, “Laurel ile yakınlarda ko­
nuştun mu?” diye sorardı.
Büyükannemin bu konuda babamın başının etini yemesin­
den nefret ederdim. Çünkü bu, babamın elinde olan bir şey
değildi. Ayrıca küçük düşürücüydü çünkü babamdan ayrılan,
annem olmuştu. Boşanma için acele eden, tüm olayları hızlan­
dıran annemdi, bu kadarından emindim. Babam evliliğine de­
vam edip iki katlı mavi evimizde Claude ve kitaplarıyla gayet
mutlu mesut yaşamaya devam ederdi.
Babam bir keresinde bana Winston Churchill’in, Rusya’nın,
bir gizeme sarılı, bir muammanın içindeki bulmaca olduğunu
söylediğini belirtmişti. Babama göre Churchill, annemle ilgili
konuşuyor olmalıydı. Babam bunu boşanmadan önce söylemişti
bana. Yarı acı çeker, yarı saygı duyar şekilde konuşmuştu. Çünkü
babam, annemden nefret ettiğinde bile ona hayranlık duyardı.
Bence babam, bu gizemi çözmeye çalışarak sonsuza dek an­
nemin yanında kalırdı. Babam tam bir bulmaca adamıydı, öner­
melerden ve teorilerden hoşlanan biri. X her zaman bir şeylere
eşit olmalıydı. Sadece X olamazdı.

Bana göreyse annem o kadar da gizemli değildi. O annemdi.
Her zaman mantıklı, her zaman kendinden emin. Bana göre an­
nem, ancak bir bardak su kadar gizemliydi. Ne istediğini de ne
istemediğini de bilirdi. İstemediği şeyse, babamla evli kalmaktı.
Babama olan sevgisi mi bitti yoksa hiç olmadı mı emin olama­
mıştım. Yani babamı hiç sevmiş miydi?
Büyükannemdeyken, annem de seyahate çıkardı. Macaristan
ya da Alaska gibi uzak yerlerden birine giderdi. Her zaman da
yalnız giderdi. Oralarda resimler çekerdi ama ben hiçbir zaman
o resimlere bakmak istemezdim. O da hiç bakmak isteyip iste­
mediğimi sormazdı.

< S W \j((^MAAAU Bölüm
ir bahçe iskemlesinde oturmuş, tost yiyip dergi okuyor­
dum ki annem de dışarı çıkıp bana katıldı. Anne kız
konuşmalarından birini yapmak istediğinde yüzünde beliren o
ciddi, amaca yönelik bakış vardı gözlerinde. O konuşmalardan,
reglimden korktuğum kadar korkardım.
Olağan bir sesle, “Bugün ne yapıyorsun?” diye sordu annem.
Tostumun geri kalanını ağzıma tıktım. “Bunu.”
Annem elini uzatıp çenemdeki ekmek kırıntılarını silerek
“Belki İngilizce dersiyle ilgili yaz okumalarından bir kısmına
başlarsın diye düşünüyordum,” dedi.
Söylediği şeyi aklımdan geçirmesem de, “Evet, bunu planlı­
yordum,” dedim.
Annem boğazını temizledi. “Conrad uyuşturucu mu kulla­
nıyor?” diye sordu.

“Ne?”
“Conrad uyuşturucu mu kullanıyor?”
Neredeyse boğuluyordum. “Hayır! Hem bunu neden bana
soruyorsun? Conrad benimle konuşmuyor ki. Steven’a sor.”
“Sordum zaten. Bilmiyor. Yalan da söylemez,” diyerek bana
bir bakış attı.
“Ben de söylemem!”
Annem iç çekti. “Biliyorum. Beck endişeleniyor. Son zaman­
larda bir değişik hareket ediyormuş. Futbolu bırakması...”
Gözlerimi devirerek “Ben de dansı bıraktım,” dedim. “Ama
elimde çubuk tüttürerek etrafta dolaştığımı görmüyorsun.”
Annem dudaklarını büzdü. “Bir şey duyarsan bana söyleye­
ceğine söz verir misin?”
“Bilmem...” dedim şakacıktan. Ona söz vermeme gerek yok­
tu. Conrad’ın uyuşturucu kullanmadığını biliyordum. Bira ayrı
meseleydi ama uyuşturucu asla kullanmazdı. Hayatım üzerine
bahse girerdim buna.
“Belly, bu ciddi.”
“Anne, sakin ol. O uyuşturucu falan kullanmıyor. Hem sen
ne zaman böyle narkotik polisine döndün? Konuşana bakın.”
Şakacıktan ona dirsek attım.
Annem gülümsemesini bastırıp başını salladı. “Sakın baş­
lama.”

< S W fo& uLiV U M s Bölüm
13 YAŞINDA
^ lk defa denediklerinde bunu anlamadığımızı sandılar.
Aslına bakılırsa şapşallık etmişlerdi. Çünkü o işi, hepimizin
evde olduğu nadir akşamlardan birinde yapmışlardı. Oturma
odasındaydık. Conrad kulaklıklarını takmış müzik dinliyor,
Jeremiah ile Steven da bir video oyunu oynuyordu. Ben tele­
vizyon koltuğuna oturmuş Emma okuyordum; kitabı gerçek­
ten sevdiğimden değil de beni zeki gösterdiğine inandığımdan.
Gerçekten okusaydım, kendimi odama kilitleyip Jane Austen
değil de Çatıdaki Çiçekler ya da onun gibi bir şey okurdum.
Galiba kokusunu ilk Steven aldı. Etrafına bakınıp bir köpek
gibi havayı kokladıktan sonra, “Siz de kokuyu alıyor musunuz?”
diye sordu.
Jeremiah gözleri televizyon ekranında, “Sana o kadar fasulye
yememen gerektiğini söylemiştim Steven,” dedi.

Kıs kıs güldüm. Ama bu gaz değildi, kokuyu ben de almış­
tım. Esrar kokuşuydu. Yüksek sesle, “Bu esrar,” dedim. Ne ka­
dar kültürlü ve bilgili olduğumu kanıtlamak için, bunu ilk söy­
leyen olmak istemiştim.
Jeremiah, “Olamaz,” dedi.
Conrad kulaklıklarını çıkararak “Belly haklı. Bu esrar,” dedi.
Steven oyunu durdurup bana bakmak için döndü. “Sen es­
rarın nasıl koktuğunu nereden biliyorsun Belly?” diye kuşkucu
bir şekilde sordu.
“Çünkü her zaman kafayı çekiyorum Steven. Tam bir müp­
telayım. Bunu bilmiyor muydun?” Steven’ın ağabey rolüne bü­
rünmesinden, özellikle de Jeremiah ve Conrad’ın önündeyken
bunu yapmasından nefret ediyordum. Sanki bilerek beni küçük
göstermek istiyordu.
Ağabeyim beni duymazdan geldi. “Koku yukarıdan mı ge­
liyor?”
Conrad kulaklıkları tekrar takarak “Annemin,” dedi, “kemo-
terapisi için.”
Jeremiah bunu bilmiyordu, yüzünden anlayabiliyordum.
Bir şey demedi ama ensesini kaşıyışından ve bir dakika kadar
boşluğa bakmasından, kafasının karışmış, hatta incinmiş ol­
duğu anlaşılıyordu. Rahatsızlık veren bir durumdu; ne zaman
Susannah’nın kanseri konusu açılsa Jeremiah ile ben işin dışın­
da bırakılırdık. Biz de ne söyleyeceğimizi asla bilemediğimizden,
hiçbir şey demezdik. Genelde Jeremiah’nm yaptığı gibi, böyle
bir şey yokmuş gibi davranırdık. Gerçi annem böyle yapmazdı.
O her konuda olduğu gibi, bu konuda da gayet soğukkanlıy­
dı. Susannah annemin kendisini normal hissetmesine yardımcı

olduğunu söylerdi. Annem insanların kendilerini normal his­
setmelerini sağlama konusunda iyiydi. Güvende. Sanki annem
orada olduğu sürece gerçekten kötü bir şey olamazdı.
Kısa bir süre sonra annemler aşağı indiğinde, ebeveynleri­
nin içki dolabını gizlice karıştıran iki genç gibi kıkırdıyorlar­
dı. Annemin, Susannah’nın zulasını paylaştığı açıktı. Steven ile
bir kez daha birbirimize baktık ama bu sefer dehşetli gözlerle.
Annem, kendi annesini saymazsak, bu dünyada esrar içecek son
insandı.
Annem dolabı talan ederek “Bütün Cheetos’u bitirdiniz mi?”
diye sordu. “Açlıktan ölüyorum.”
Steven, “Evet,” dedi. Anneme bakamıyordu.
Susannah benim televizyon koltuğumun arkasında belirerek
“Peki ya Fritos poşeti? Onu al,” diye direktif verdi. Saçıma ha­
fifçe dokundu ki buna bayılıyordum. Susannah böyle şeylerde
annemden çok daha şefkatliydi ve bana her zaman, sahip ola­
madığım kızım derdi. Beni annemle paylaşmayı çok severdi ve
annem de bunu umursamazdı. Ben de umursamazdım.
Bana, “Emmayı şimdiye dek nasıl buldun?” diye sordu.
Susannah size öyle bir odaklanırdı ki kendinizi odadaki en ente­
resan insan hissederdiniz.
Ağzımı, yalan söyleyip kitabın harika olduğunu düşündüğü­
mü söylemek için açmıştım ki Conrad çok yüksek sesle, “Bir
saatten fazla zamandır bir sayfa bile ilerlemedi,” dedi. Kulaklığı
hâlâ kulağındaydı.
Ona öfkeyle baktım ama içten içe, bunu fark etmiş olması­
na çok sevinmiştim, ilk olarak demek beni izliyordu. Tabii ki
fark etmişti, Conrad her şeyi fark ederdi. Conrad komşunun

köpeğinin sağ gözünde soldakinden daha fazla çapak olmasını
ya da pizza getiren çocuğun değişik araba kullanmasını da fark
ederdi.
Susannah kâküllerimi alnımda dağıtarak “Kitap ilerledikçe
onu seveceksin,” dedi.
Özür dilermiş gibi çıkan bir sesle, “Bir kitaba alışmak her
zaman biraz vaktimi alır,” dedim. Bana bu kitabı öneren o oldu­
ğundan, kendisini kötü hissetmesini istememiştim.
Ardından annem elinde bir poşet Twizzlers ve yarısı dolu bir
Fritos paketiyle odaya geldi. Susannah’ya bir cips atarak gecik­
miş bir şekilde, “Yakala!” dedi.
Susannah cipse uzandı. Ama cips yere düştü ve Susannah
onu yerden alırken kıkırdadı. Cipsi bir pipet gibi emerek “Ne
sakarım,” dedi. “Ne oldu bana böyle?”
Conrad başını sadece kendisinin duyabildiği müzikle hafifçe
sallayarak “Anne, herkes yukarıda esrar içtiğini biliyor,” dedi.
Susannah eliyle ağzını kapadı. Bir şey demedi ama gerçekten
de bozulmuş gibiydi.
Annem, “Ah,” dedi. “Sanırım sırrımız açığa çıktı Beck.
Çocuklar, anneniz kemoterapisinin yan etkilerine yardımcı ol­
sun diye, medikal marijuana alıyor.”
Steven bakışlarım televizyondan ayırmadan, “Ya sen anne?
Sen de mi kemoterapiden ötürü alıyorsun?” diye sordu.
Ortamı gevşetmeye çalıştığını biliyordum, işe de yaramıştı.
Steven bu konuda iyiydi.
Susannah kıkırdarken, annem Steven’ın kafasına bir cips attı.
“Ukala. Dünyadaki en iyi arkadaşıma destek veriyorum ben. Bu
dünyada daha kötü şeyler de var.”

PKu8[׃:: chap6.xhtml Bölüm 7

Bölüm 7

Steven cipsi alıp tozunu üfledikten ağzına attı. “O zaman
ben de esrar içsem senin için mahsuru olmaz herhâlde?”
Annem dünyadaki en iyi arkadaşıyla bakışıp gülümseyerek
“Meme kanseri olduğunda,” dedi.
Susannah da, “Ya da en iyi arkadaşın kanser olduğunda,”
diye ekledi.
Bütün bunlar-esnasında Jeremiah hiçbir şey demiyordu.
Sanki arkası dönükken annesi kaybolabilecekmiş gibi, durma­
dan bir Susannah’ya bir televizyona bakıp duruyordu.
O öğleden sonrası annelerimiz hepimizin sahilde olduğunu
sanıyordu. Jeremiah ile sıkılıp bir şeyler atıştırmak için eve gel­
diğimizi bilmiyorlardı. Verandanın merdivenlerinden çıkarken
pencere sinekliğinden dışarı taşan konuşmalarını işittik.
Jeremiah, Susannah’nın, “Laur, böyle düşündüğüm için ken­
dimden nefret ediyorum ama mememi kaybetmektense ölmeyi
tercih edeceğimi düşünüyorum neredeyse,” dediğini işitip dur­
du. Jeremiah orada öylece dururken nefes almayı bile kesmişti.
Sonra merdivene oturdu, ben de aynı şeyi yaptım.
Annem, “Bunu demek istemediğini biliyorum,” dedi.
Annemin bunu demesinden nefret ederdim ve Susannah’nın
da bundan nefret ettiğini düşündüm. Çünkü, “Bana ne demek
istediğimi söyleme,” dedi. Onun sesini ilk defa böyle duyuyor­
dum. Keskin ve öfkeliydi.
“Tamam. Tamam. Söylemem.”
O zaman Susannah ağlamaya başladı. Onları göremesek de
annemin üzüldüğümde bana yaptığı gibi, arkadaşının sırtını
dairler çizerek sıvazladığını biliyordum. Aynısını Jeremiah’ya
yapabilmeyi diledim. Böylece kendisini iyi hissetmesini sağlaya­

cağını biliyordum ama yapamadım. Uzanıp elini sıkıca tuttum.
Bana bakmadı ama elini de çekmedi. İşte o an gerçek birer ar­
kadaş olduk.
Sonra annem en ciddi, duygusuz sesiyle, “Memelerin gerçek­
ten de acayip güzel,” dedi.
Susannah bir fok sesine benzer kahkahalara boğuldu, ardın­
dan da aynı zamanda hem gülüp hem ağladı. Her şey iyi ola­
caktı. Annem küfrediyor, Susannah gülüyorsa, her şey yoluna
girecek demekti.
Jeremiah’nın elini bırakıp ayağa kalktım. O da kalktı. İkimiz
de bir şey demeden sahile geri yürüdük. Ne söyleyecektim ki?
Annen kansere yakalandığı için üzgünüm mü ya da, umarım bir
memesini kaybetmez mi?
Kendi sahilimize vardığımızda, Conrad ile Steven sörfleriyle
daha yeni sudan çıkıyordu. İkimiz de hâlâ bir şey konuşmuyor­
duk ve Steven bunu fark etti. Sanırım Conrad da fark etmişti
ama bir şey söylemedi. Steven, “Sizin neyiniz var?” dedi.
Dizlerimi göğsüme çekerek “Hiçbir şey,” dedim.
Steven mayosundan su silkeleyip dizlerimi ıslatırken, “Ne
oldu, az önce ilk defa öpüştünüz mü yoksa?” dedi.
Ona, “Kapa çeneni,” dedim. Konuyu değiştirmek için ma­
yosunu indirmeyi düşündüm. Bir yaz önce oğlanlar, insanların
içinde birbirlerinin mayosunu indirme gibi bir takıntıya kapıl­
mıştı. Ben bunu daha önce hiç yapmamış ama o an gerçekten
istemiştim.
Steven omzuma vurarak “Ay, biliyordum!” dedi. Bense onu
ittirip çenesini kapamasını söyledim yeniden. Steven, “ Yaz aşkı,
beni uçurdu, çok hızlı oldu...” diye şarkı söylemeye başladı.
C L

“Steven şapşallık etmeyi kes,” diyerek Jeremiah’yla başımı
sallayıp göz devirmek için döndüm.
Ama Jeremiah şortundaki kumları silkeleyip suya doğru yü­
rüyerek bizden ve evden uzaklaşmaya başladı.
“Jeremiah, regl falan mısın? Sadece şaka yapıyordum dos­
tum!” diye ardından seslendi Steven. Jeremiah arkasına dönme­
di; sahile doğru yürümeye devam etti. “Haydi gel!” diye bağırdı
ağabeyim.
Conrad, “Onu rahat bırak,” dedi. İki kardeş pek yakın gö­
zükmezdi ama bazen birbirlerini ne kadar iyi anladıklarını gö­
rürdüm ve bu da o anlardan biriydi. Conrad’ın, Jeremiah’yı
koruduğunu görmek, içimde ona karşı büyük bir sevgi uyandır­
dı -sanki göğsüme vuran bir dalga tüm bedenime yayılıyordu.
Böylesi de kendimi suçlu hissetmeme neden oldu, Susannah
kansere yakalanmışken neden kendimi birine kaptırıyordum ki?
Steven’ın kötü hissettiğini ve kafasının da karıştığını anlaya­
biliyordum. Uzaklaşıp gitmek, Jeremiah’ya göre değildi. O her
zaman, ilk gülen, hemen şakaya karşılık veren olurdu.
Ben de yaraya tuz basmak istediğimden, “Sen tam bir pislik­
sin Steven,” dedim.
Steven ağzı açık bana baktı. “Tanrım, ben ne yaptım ki?”
Onu duymazdan gelip havluma yatarak gözlerimi kapadım.
Conrad’ın kulaklığına sahip olmayı diledim. Bugünü unutmak
istiyordum.
Daha sonra, Conrad ile Steven gece balığa çıkmaya karar ver­
diğinde, Jeremiah gece balık avlamak en sevdiği şey olsa da bunu
reddetti. Her zaman insanları kendisiyle gece balık avına çıkma­
ya ikna etmeye çalışırdı. O akşam, havasında olmadığını söyle­
.S T

di. Böylece, onlar giderken Jeremiah benimle kaldı. Televizyon
izleyip kâğıt oynadık. O yazın çoğunu sadece ikimiz böyle geçir­
dik. O yaz aramızı sağlamlaştırdık. Bazı sabahlar Jeremiah beni
erkenden uyandırır ve birlikte deniz kabuğu ya da kum yengeci
toplar veya bisikletlerimizle altı kilometre uzaklıktaki dondur­
macıya giderdik. Sadece ikimizken, Jeremiah normalde olduğu
kadar şaka yapmazdı ama yine de hâlâ Jeremiah’ydı.
O yazdan itibaren Jeremiah’ya, ağabeyime olduğumdan daha
yakın hissettim kendimi. Jeremiah daha kibardı. Belki o da bir
başkasının küçük kardeşi olduğundan ya da sadece öyle biri ol­
duğundan. O herkese karşı kibardı. İnsanları rahat hissettirmek
gibi bir yeteneği vardı.

C H v ^tfyAvCA/ Bölüm
U | ç gündür yağmur yağıyordu. Üçüncü gün saat dört gibi
Jeremiah ya ev basmıştı. O kapalı alanlarda duracak in­
sanlardan değildi; her zaman hareket hâlinde olmalıydı. Her
zaman yeni bir yerlere giderdi. Artık buna katlanamayacağını
söyledi ve kimin kendisiyle beraber sinemaya gitmek isteyeceği­
ni sordu. Cousins’da arabalı sinema dışında sadece bir sinema
salonu vardı ve o da bir alışveriş merkezinin içindeydi.
Conrad odasındaydı, Jeremiah yukarı çıkıp ona gelip gel­
meyeceğini sordu. Conrad gelmeyeceğini söyledi. Odasında
yalnız başına çok uzun zaman geçirmeye başlamıştı ve bunun
Steven’ı incittiğini görebiliyordum. Ağabeyim kısa zaman son­
ra babamla birlikte üniversite gezisi için ayrılacaktı ve Conrad
bunu önemsemiyormuş gibi görünüyordu. Conrad, işte olma­
dığı zamanlarda, gitarını tıngırdatmakla ya da müzik dinlemek-
59

le meşgul oluyordu. O nedenle, sadece Jeremiah, Steven ve ben
kaldık. Onları, hayvanları gezdirirken tanışan iki köpek gezdi-
ricisinin birbirine âşık olduğu romantik bir komediye gitmeye
ikna ettim. Zaten sinemada oynayan tek film buydu. Bir dahaki
film bir saat sonra başlayacaktı. Beş dakika geçmişti ki Steven
iğrenirmiş gibi ayağa kalktı. “Bunu izleyemem,” dedi. “Geliyor
musun Jere?”
Jeremiah, “Hayır, ben Belly ile kalacağım,” dedi.
Steven şaşırmış göründü. Omuz silkerek “Film bitince sizin­
le görüşürüz,” dedi.
Ben de şaşırmıştım. Film gerçekten berbattı.
Steven sinemadan ayrıldıktan kısa süre sonra, iri yarı bir
adam önümdeki koltuğa oturdu. Jeremiah, “Seninle yerimi de­
ğiştiririm,” diye fısıldadı.
Numaradan, sorun değil, demeyi düşündüm ama sonra bunu
yapmamaya karar verdim. Ne de olsa karşımdaki Jeremiah’ydı.
Kibar olmama gerek yoktu. Teşekkür ettim ve yerlerimizi de­
ğiştik. Jeremiah’nın ekranı görebilmek için boynunu sağa eğip
bana doğru uzanması gerekiyordu. Saçları Susannah’nın kul­
landığı o pahalı şampuandaki Asya armutları gibi kokuyordu.
Komikti. Artık iri yarı, uzun boylu bir futbolcuydu ama çok
tatlı kokuyordu. Her eğildiğinde, saçlarındaki o tatlı kokuyu
içime çektim. Keşke benim saçlarım da böyle koksa, diye geçirdim
içimden.
Filmin yarısında Jeremiah birden ayağa kalktı. Birkaç dakika
kayboldu. Geri geldiğinde, elinde büyük bir kolayla bir paket
Tvrâzlers şekerlemesi vardı. Bir yudum almak için kolaya uzan­
dım ama pipet yoktu. Ona, “Pipet almayı unutmuşsun,” dedim.

O da Twizzlers paketinin plastiğini ısırıp iki şekerin uçlarını
kopardı. Sonra da onları kola kabının içine koydu. Kocaman gü­
lümsedi. Kendisiyle gurur duyuyor gibi görünüyordu. Twizzlers
pipetlerimizi unutmuştum. Her zaman yapardık bunu.
1950’lerden kalma bir Cola reklamı gibi, başlarımızı eğmiş,
alınlarımız neredeyse birbirine değer hâlde, pipetlerden aynı
anda içtik. İnsanların çıktığımızı sanıp sanmadıklarını merak
ettim.
Jeremiah bana baktı ve her zamanki gibi gülümserken, ani­
den aklıma çılgınca bir düşünce geldi. Jeremiah Fisher beni öp­
mek istiyor, diye geçirdim içimden.
Ama bu deliceydi. Yanımdaki Jeremiah’ydı. Bana asla o
gözle bakmazdı. Hem ne kadar değişken ve ulaşılamaz olsa da
benim hoşlandığım, Conrad’dı. Conrad orada dururken asla
Jeremiah’yt düşünmezdim. Jeremiah da bana daha önce hiç bu
şekilde bakmamıştı. Ben onun kankasıydım. Film partneri, aynı
banyoyu ve sırları paylaştığı kız. Ben onun öptüğü kız değildim.

fiJÖûMAA; Bölüm
14 YAŞINDA
aylor’ı getirmenin bir hata olduğunu biliyordum.
Biliyordum. Biliyordum ama yine de yaptım. En iyi arka­
daşım Taylor Jewel. Sınıfımızdaki çocuklar ona Jewel derlerdi
ve o da bundan nefret edermiş numarası yapar ama gizli gizli
bayılırdı.
Taylor yazlıktan her gelişimde, beni tekrar kazanmak zo­
runda olduğunu söylerdi. Okul, okuldan çocuklar ve arkadaş­
lardan oluşan gerçek hayatımı sevmem için uğraşmak zorunda
kaldığını söylerdi. Benim için o zamanlar takıldığı çocuğun
tatlı arkadaşım ayarlamaya çalışırdı. Ben de ona uyardım ve
bazen sinemaya ya da birlikte Waffle’cıya giderdik ama hiçbir
zaman tam olarak orada olmazdım. Bu oğlanlar Conrad ya da
Jeremiah’yla mukayese edilmezdi, o zaman bunun ne anlamı
vardı ki?

Taylor ikimizin arasında her zaman, oğlanların baktığı, onla­
rın kalbinin hızlı atmasına sebep olan güzel kız olmuştu. Bense
oğlanları güldüren komik kızdım. Onu yazlığa getirmekle ken­
dimin de güzel olanlardan olduğunu kanıtlamak istemiştim.
Gördünüz mü, ben onun gibiyim, biz aynıyız, demek istemiştim.
Ama aynı değildik ve bunu herkes biliyordu. Taylor’ı yanım­
da getirmenin, oğlanların gece geç saat gezmelerine veya uyku
tulumları içinde sahilde geçirdikleri gecelere davet edilmemi
garantileyeceğini düşünmüştüm. Bunun o yaz sosyal dünyamı
genişleteceğini, sonunda başrolde olabileceğimi sanmıştım.
En azından bu konuda haklıydım.
Taylor uzun zamandır onu da yanımda götürmem için bana
yalvarıyordu. Ortamın çok kalabalık olacağını söyleyip bir süre
ona karşı koydum ama Taylor son derece ikna ediciydi. Benim
hatamdı. Oğlanlar hakkında çok böbürlenmiştim. İçten içe, ar­
kadaşımın orada olmasını da istiyordum. Ne de olsa o benim en
iyi arkadaşımdı. Her şeyi, her anı, her tecrübeyi paylaşmamamız­
dan nefret ederdi. İspanyolca kulübüne katıldığında, İspanyolca
dersi almamama rağmen, benim de kulübe katılmam için ısrar
etmişti. “Mezuniyetten sonra Cabo’ya gidebilmemiz için,” de­
mişti. Bense mezuniyet için Galapagos Adalarına gitmek isti­
yordum, bu benim hayalimdi. Mavi ayaklı kuşlardan görmek
istiyordum. Babam beni oraya götüreceğini de söylemişti. Gerçi
bunu Taylor’a söylememiştim, bu hiç hoşuna gitmezdi.
Annemle birlikte, Taylor’ı havaalanından aldık. Taylor uçak­
tan kısa mı kısa bir şort ve daha önce görmediğim, ince askılı bir
bluzla indi. Ona sarılıp kıskanmış gibi görünmemeye çalışarak
“Bunu ne zaman aldın?” diye sordum.

Taylor kumaş çantalarından birini bana verirken, “Annem
tatil giysileri almam için beni alışverişe götürdü,” dedi. “Güzel,
değil mi?”
“Evet, çok güzel.” Çantası ağırdı. Sadece bir hafta kalacağını
unuttu mu acaba, diye düşündüm.
“Babamla boşanacakları için kendisini kötü hissettiğinden
bana bir sürü şey alıyor,” diye gözlerini devirerek devam etti.
“Birlikte manikür pediküre bile gittik. Bak!” Taylor sağ elini
kaldırdı. Tırnakları bordo rengine boyanmıştı, uzun ve kare
şeklindeydiler.
“Bunlar gerçek mi?”
“Tabii ki! Ben sahte şeyler takmam Belly.”
“Ama keman için tırnaklarını kısa tutman gerektiğini sanı­
yordum.”
“Ah, o mu? Anneciğim sonunda kemanı bırakmama izin ver­
di. Boşanma suçluluğu,” dedi bilmişçesine. “Nasıldır bilirsin.”
Taylor bizim yaşımızda, annesine anneciğim diyen, tanıdı­
ğım tek kızdı. Ayrıca bundan paçayı sıyırabilen tek kızdı.
Oğlanlar anında dikkat kesildiler. Anında onu süzüp dolgun
sütyenine ve sarı saçlarına baktılar. Onlara, bu destekli sutyenler­
den, demek istedim. Kafasına da yarım şişe renk açıcı boşaltmış­
tı. Saçları normalde o kadar sarı değildir. Gerçi oğlanlar da buna
aldırmazlardı ya.
Diğer yandan ağabeyim televizyondan başını kaldırmadı
bile. Taylor onu sinir ederdi, her zaman etmişti. Onun hak­
kında Gonrad ile Jeremiah’yı uyarıp uyarmadığını merak ettim.
Taylor şakır gibi, “Merhaba Ste-ven,” dedi.
Steven, “Selam,” diye mırıldandı.
L A

PKu8[YUk>> chap7.xhtml Bölüm 8

Bölüm 8

Taylor bana bakıp gözlerini şaşı yaptı. Ağzıyla harflere vurgu
yaparak sessizce, huysuz, dedi.
Güldüm. “Taylor, bunlar Conrad ile Jeremiah. Steven’ı za­
ten tanıyorsun.” Taylor’ın kimi seçeceğini, kimi daha tatlı ve
komik bulacağını merak ediyordum.
Oğlanlar, “Selam,” dediler.
Sonra Conrad, tahmin ettiğim gibi televizyona geri döndü.
Jeremiah, Taylor’a çarpık gülümsemelerinden biriyle bakarak
“Demek Belly’nin arkadaşısın, ha?” dedi. “Biz onun hiç arkada­
şı olmadığını sanıyorduk.”
Jeremiah’mn şaka yaptığını belirtmek için bana gülmesini
bekledim ama o benim tarafıma bile bakmadı. “Kapa çeneni
Jeremiah,” dedim. O zaman bana gülümsedi ama bu, çabuk,
baştan savma bir tebessümdü ve bakışları hemen Taylor’a geri
döndü.
Taylor havalı bir şekilde, “Belly’nin bir sürü arkadaşı vardır,”
dedi. “Ben bir ezikle takılacak birine benziyor muyum?”
Ağabeyim kanepeden,
“Evet,”
dedi.
Başını kaldırdı.
“Benziyorsun.”
Taylor ona öfkeyle baktı. “Sen işine geri dön Steven.”
Ardından bana dönerek “Neden bana odamızı göstermiyor­
sun?” dedi.
“Evet Belly, neden göstermiyorsun? Git de Tay-Tay’in kölesi
ol,” dedi Steven. Ardından tekrar sırtüstü uzandı.
Onu duymazdan geldim. “Gel Taylor.”
Odama girer girmez Taylor kendisini pencerenin yanındaki,
benim her zaman yattığım yatağın üzerine attı. “Tanrım, çok
tatlı.”

Cevabı bilmeme rağmen, “Hangisi?” dedim.
“Elbette esmer olanı. Ben erkeklerimi esmer severim.”
içimden gözlerimi devirdim. Erkekler mi? Taylor sadece iki
çocukla çıkmıştı ve ikisi de erkek olmaya yakın bile sayılmazdı.
Ona, “Bunun olacağını sanmam,” dedim. “Conrad kızları
umursamıyor.” Bunun doğru olmadığını biliyordum; kızları
umursuyordu. Geçen yaz, Angie denen kızı, onunla ikinci aşa­
maya geçecek kadar umursamıştı, değil mi?
Taylor’ın kahverengi gözleri parladı. “Zoru severim. Geçen
sene sınıf başkanlığını kazanmadım mı? Ondan önceki sene de
başkan yardımcılığım?”
“Biliyorum. Ben senin kampanya yöneticindim. Ama Conrad
farklıdır. O...” Taylor’ı korkutacak doğru kelimeyi ararken du­
raksadım. “Neredeyse, kafadan rahatsızdır.”
Taylor çığlık atarak “Ne?” dedi.
Hemen geri adım attım. Belki de kafadan rahatsız biraz fazla
kaçmıştı. “Tam anlamıyla rahatsız demek istemedim ama bazı
zamanlar zor olabilir. Çok ciddi. Jeremiah’yı seçmelisin. Bence
o daha çok senin tipin.”
“Peki bu ne demek Belly?” diye sordu Taylor. “Ben sığ bir
kız mıyım?”
“Şey...” Arkadaşım ancak şişme bir havuz kadar derindi.
“Buna sakın cevap verme.” Taylor bez çantasını açıp eşyala­
rını çıkarmaya başladı. “Jeremiah tatlı ama istediğim Conrad. O
çocuğun başını döndüreceğim.”
“Uyarmadın deme de.” O an geldiğinde, sana demiştim,
demeyi dört gözle bekliyor ve bunun da yakında olmasını di­
liyordum.
A A

Taylor sarı benekli bir bikiniyi havaya kaldırdı. “Sence de
Conrad için yeterince küçük mü?”
“O bikini Bridget’e bile olmaz,” dedim. Taylor’ın küçük kız
kardeşi yedi yaşındaydı ve yaşına göre de ufaktı.
“Kesinlikle.”
Gözlerimi devirdim. “Uyarmadın deme. Bu arada, üzerinde
oturduğun benim yatağım.”
İkimiz hemen mayolarımızı giydik. Taylor küçük bikinisini,
ben de destekli sütyeni ve yüksek bir boyun kısmı olan siyah
mayomu. Üzerimizi değişirken Taylor bana baştan aşağı bakıp
“Belly, memelerin gerçekten büyümüş!” dedi.
Tişörtümü başımdan geçirirken, “Pek sayılmaz,” dedim.
Ama bu doğruydu, gerçekten büyümüşlerdi. Bir önceki yaz
böyle memelerim yoktu, bu kesindi. Onlardan nefret ediyor­
dum. Artık hızlı koşamıyordum -utanç vericiydi. Bol tişörtler­
le tek parça giysiler giymemin de nedeniydiler. Oğlanların bu
konuda ne diyeceğini duymaya dayanamazdım. Kesin benimle
dalga geçerlerdi ve Steven da bana, gidip üzerime bir şeyler giy­
memi söylerdi ki ölsem daha iyiydi.
Taylor suçlarcasına, “Şimdi kaç beden sütyen giyiyorsun?”
diye sordu.
“B,” diye yalan söyledim. Aslında C’ydi.
Taylor rahatlamış göründü. “A, o zaman hâlâ aynıyız çünkü
ben de B’yim. Neden benim bikinilerimden birini giymiyor­
sun? O tek parçayla, yüzme takımına girmeye çalışıyormuşsun
gibi görünüyorsun.”
Yanlarında kırmızı kurdeleler olan mavi beyaz çizgili bir bi­
kini kaldırdı havaya.
h 7

Ona, “Zaten yüzme takımındayım,” diye hatırlattım.
Oturduğum yerin yüzme takımında kışın yüzmüştüm. Yazları
takımda yanşamıyordum çünkü hep Cousins’daydım. Yüzme
takımında olmak beni yaz yaşantıma bağlı tutuyordu, kendimi
sanki tekrar sahilde olmam an meselesiymiş gibi hissetmeme ne­
den oluyordu.
Taylor, “Iyyy, hatırlatma,” dedi. Bikiniyi bir o yana bir bu
yana sallandırdı. “Bu kahverengi saçların ve yeni memelerinle,
üzerinde çok güzel duracak.”
Yüzümü ekşitip bikiniyi ittirdim.
Bir yanım gösteriş yapmak ve ne kadar geliştiğimi, artık ger­
çek bir kız olduğumu gösterip onları hayran bırakmak istiyor
ama daha mantıklı olan yanım, bunun kötü bir fikir olduğunu
söylüyordu.
Steven kafama bir havlu atardı ve kendimi on üç değil de on
yaşında gibi hissederdim yeniden.
“İyi ama neden?”
“Havuzda tur atmayı seviyorum,” dedim. Ki bu doğruydu.
Taylor omuz silkti. “Tamam ama çocuklar seninle konuş­
mazsa beni suçlama.”
Ben de ona omuz silktim.
“Benimle konuşup konuşmamaları umurumda değil. Ben
onlara o gözle bakmıyorum.”
“Ya, tabii! Seni bildim bileli Conrad takıntın var. Geçen sene
okuldaki hiçbir çocukla konuşmadın.”
“Taylor, o uzun zaman önceydi. Onlar benim için birer ağa­
bey gibi. Tıpkı Steven gibiler,” derken bir jimnastik şortu giy­
dim. “Onlarla istediğin kadar konuşabilirsin.”

İşin aslı, ikisinden de farklı şekillerde hoşlanıyordum ve
Taylor’ın bunu bilmesini istemiyordum. Çünkü o kimi seçerse,
o kişi bana arkadaşımın artığı gibi gelecekti. Hem bu Taylor’ı
etkilemezdi de. Her halükârda Conrad’ın peşine düşecekti.
Ona, Conrad dışında herkes olur, demek istiyordum ama bu da
pek doğru sayılmazdı. Jeremiah’yı seçerse de kıskanırdım çünkü
o Taylor’ın değil benim arkadaşımdı.
Taylor’ın, bikinisine uyan bir güneş gözlüğü (yanında dört
güneş gözlüğü getirmişti), iki dergi ve güneş yağını seçmesi epey
zamanını aldı. Biz dışarı çıktığımızda, oğlanlar çoktan havuz­
daydı.
Suya atlamaya hazır hâlde hemen giysilerimi çıkardım ama
Taylor tereddüt etti, Polo havlusu hâlâ omuzlarına sıkı sıkı sarıl­
mıştı. Küçücük bikinisinden dolayı kendisini gergin hissettiğini
anlamış ve buna sevinmiştim. Onun bu gösteriş yapmalarından
sıkılmaya başlamıştım.
Oğlanlar başlarım çevirip bakmadılar bile. Yanımızda Taylor
olunca her zaman yaptıklarını yapmak istemeyeceklerinden,
farklı davranacaklarından endişelenmiştim. Ama orada, birbir­
lerini suyun altına sokup duruyorlardı.
Terliklerimi çıkararak “Havuza girelim,” dedim.
Taylor, “Ben önce biraz uzanabilirim,” dedi. Sonunda hav­
lusunu çıkardı ve bir şezlonga yaydı. “Sen de yatmak istemez
misin?”
“Hayır. Hava çok sıcak ve yüzmek istiyorum. Hem zaten
bronzum.” Öyleydim. Tenim koyu karamel rengine dönüyor­
du. Yazın bambaşka bir insan gibi görünüyordum ki böylesi,
yazın en güzel kısmı olabilirdi.

Taylor ise hamur gibi beyaz ve parlaktı. Gerçi bana çabuk
yetişeceğine dair içimde bir his vardı. O bu konuda iyiydi.
Gözlüğümü çıkarıp giysilerimin üzerine koydum. Sonra ha­
vuzun derin kısmına yürüyüp doğruca suya atladım. Su, siste­
mimde şok etkisi yaratmıştı. Ama güzel bir şok. Nefes almak
için su yüzüne çıktığımda, oğlanlara doğru, suda ilerledim.
“Yakalamaca oynayalım,” dedim.
Conrad’ı suya batırmaya çalışmakla meşgul olan Steven du­
rarak “Yakalamaca sıkıcı,” dedi.
Jeremiah, “Deve güreşi oynayalım,” dedi.
“O nedir?” diye sordum.
“İki takım var. Takımın bir üyesi diğerinin omuzlarına çı­
kıyor. Diğer takımdakini ittirip suya düşürmeye çalışıyorsun,”
diye açıkladı ağabeyim.
Jeremiah, “Yemin ederim çok eğlenceli,” dedi. Ardından
Taylor’a seslendi. “Tyler, bizimle deve güreşi oynamak ister mi­
sin? Yoksa çok mu korkarsın?”
Taylor dergisinden başını kaldırdı. Güneş gözlüğü yüzünden
gözlerini göremiyor ama kıl olduğunu anlayabiliyordum. “Adım
Tay-lor. Tyler değil Jeremy. Ve hayır, oynamak istemiyorum.”
Steven ile Conrad bakıştılar. Ne düşündüklerini biliyordum.
Gözlerimi devirerek “Haydi Taylor, eğlenceli olacak,” dedim.
“Korkaklık yapma.”
Taylor iç çekerek dergisini bir kenara koydu ve ayağa kalkıp
bikinisinin arkasını düzeltti. “Güneş gözlüğümü çıkarmam ge­
rekiyor mu?”
Jeremiah ona sırıttı. “Benim takımımdaysan gerek yok.
Nasılsa düşmeyeceksin.”
7 0

Taylor yine de gözlüğünü çıkardı. Bense takımların eşit sayı­
da olmadığını fark ettim, birisinin dışarıda kalması gerekiyordu.
Oynamak istememe rağmen, “Ben sizi izlerim,” dedim.
Conrad, “Sorun değil, ben oynamam,” dedi.
Steven, “İki raunt oynarız,” dedi.
Conrad omuz silkti.
“Sorun değil.” Havuzun kenarına yüzdü.
Jeremiah, “Ben Tay-lor’ı alırım,” dedi.
Steven, “Haksızlık, o daha hafif,” diye itiraz etti. Ardından
omzundan geriye bakıp yüzümdeki ifadeyi gördü. “Sen ondan
uzunsun, o yüzden.”
Artık oynamak istemiyordum. “O zaman ben kenarda otur­
sam? Senin belini kırmak istemem Steven.”
Jeremiah, “Ben seni alırım Belly,” dedi. “O ikisini de yere
sereriz. Hem muhtemelen küçük Tay-lor’dan çok daha daya­
nıklısındır.”
Taylor merdivenlerden inip havuza yavaşça inerken, su­
yun soğukluğu karşısında kasıldı. “Ben çok dayanıklıyımdır
Jeremy,” dedi.
Ardından Jeremiah suda çömeldi ve ben de onun omuzlarına
binmek için uğraştım. Üzeri kaygan olduğundan, orada durmak
ilk başta oldukça zordu. Jeremiah ayağa kalkarak doğruldu.
Kımıldanıp ellerimi başının üzerine yasladım. Sessizce, “Çok
mu ağırım?” diye sordum. Jeremiah o kadar zayıf ve çelimsizdi
ki onun bir tarafını incitmeye korkuyordum.
Jeremiah güçlükle nefes alıp bacaklarıma tutunarak “Tüy gi­
bisin,” diye yalan söyledi.
O an, içimden onun başını öpmek geldi.
71

Karşımızda Taylor, Steven’ın omuzlarına yerleşmiş, kıkırda­
yarak dengede durmak için onun saçlarını çekiyordu. Steven
onu üzerinden havuza doğru fırlatmaya hazır görünüyordu.
Jeremiah, “Hazır mısınız?” diye sordu. Ardından kısık sesle
bana, “İşin sırrı dengede durmakta,” dedi.
Steven başını sallayınca havuzun ortasına geldik.
Havuzun kenarında ayaklarını sallandıran Conrad, “Hazır
ol, başla,” dedi.
Taylor ile kollarımızı uzatarak birbirimizi ittirmeye başladık.
Kıkırdamasına engel olamıyordu ve onu sertçe ittirince, “Of,
kahretsin!” dedi ve Steven ile birlikte suya düştüler.
Jeremiah ile kahkahalara boğulup birbirimizi tebrik ettik. Su
yüzüne çıktıklarında Steven, Taylor’a öfkeli gözlerle bakarak
“Sana sıkı tutunmanı söylemiştim,” dedi.
Taylor onun suratına su sıçratarak “Tutunuyordum!” dedi.
Göz kalemi dağılmış, rimeli akmaya başlamıştı. Yine de hâlâ
güzel görünüyordu.
Jeremiah, “Belly?” dedi.
“Hı?” dedim. O kadar yüksekte, kendimi gayet rahat hisset­
meye başlamıştım.
“Dikkat et.” Ardından öne doğru eğildi ve ben suya doğru
düşerken Jeremiah da düştü. Gülmeme engel olamıyordum ve
bir kova dolusu su yutmuştum ama umurumda değildi.
İkimizin başı da suyun üzerine çıkınca doğruca ona gidip
Jeremiah’nın kafasını suya soktum.
Taylor, “Haydi, bir kez daha oynayalım,” dedi. “Bu se­
fer ben Jeremy ile olurum. Steven sen de Belly’nin partneri
olursun.”
72

Steven hâlâ huysuz görünüyordu. “Con, sen benim yerimi
al,” dedi.
Conrad, “Tamam,” dedi ama sesinden bunu pek de isteme­
diği anlaşılıyordu.
Bana doğru yüzdüğünde kendimi savunurcasına, “O kadar
ağır değilim,” dedim.
“Ben hiç öylesin demedim.” Ardından önümde durdu, ben
de üzerine çıktım. Omuzları, Jeremiah’nınkilerden daha kaslı,
daha kaimdi. “Orada rahat mısın?”
“Evet.”
Karşımızda Taylor, Jeremiah’nm omuzlarına çıkmakta sorun
yaşıyordu. Durmadan kayıyor ve gülüyordu. Çok eğleniyorlar­
dı. Hatta fazla eğleniyorlardı. Onları kıskançlıkla izlerken, ne­
redeyse Conrad’ın bacaklarımı tuttuğunu unutuyordum. Yanlış
hatırlamıyorsam, daha önce hiç, kazara da olsa dizime bile değ­
memişti.
“Haydi, oynayalım artık,” dedim. Sesim kendime bile kıs­
kanç geldi. Nefret ediyordum bundan.
Conrad havuzun ortasına ilerlerken daha az güçlük çekti.
Omuzları üzerindeki ekstra ağırlığımla bu kadar kolayca etrafta
dolaşmasına şaşırmıştım.
Sonunda düşmeden durmayı başaran Jeremiah ile Taylor’a,
“Hazır mısınız?” diye sordu. Taylor, “Evet!” diye bağırdı.
İçten içe, düşeceksin Jewel, dedim. Ben de yüksek sesle,
“Evet,” dedim.
Öne eğilip iki elimle onu sertçe ittirdim. Taylor yana doğru
eğildi ama yerinde kalabildi. “Ah!”
Gülümsedim. “Haydi,” dedim ve onu tekrar ittim.
7 3

Taylor gözlerini kısıp beni sertçe ama düşmeme neden ola­
mayacak sertlikte geri itti.
Ardından birbirimizi itmeye başladık ama bu sefer işim daha
kolaydı.. Çünkü kendimi dengede hissediyordum. Onu bir kere,
sertçe ittim ve Taylor öne doğru düştü ama Jeremiah yerinde
kaldı. Yüksek sesle ellerimi çırptım. Çok eğlenceliydi.
Conrad çakmam için elini kaldırınca şaşırdım. O pek de çak­
maktan hoşlanan biri değildi.
Taylor bu sefer su yüzüne çıktığında gülmüyordu. Sarı saç­
ları başına yapışmıştı. “Bu oyun berbat. Daha fazla oynamak
istemiyorum,” dedi.
“Mızıkçı,” dedim ve Conrad da beni suya indirdi.
Bana o nadir gülümsemelerinden biriyle, “Tebrikler,” dedi.
O tek gülüşle, piyangoyu kazanmış gibi hissettim kendimi.
“Ben kazanmak için oynarım,” dedim ona. Onun da öyle yap­
tığını biliyordum.

PKu8[ʝ^(:(: chap8.xhtml Bölüm 9

Bölüm 9

T
T
C^ îAâ/MÂ/ Bölüm
inemada Twizzlers paylaşmamızın bir iki gün sonrasında
Jeremiah, “Bugün Belly’ye düz vites araba kullanmayı öğ­
reteceğim,” diye herkese duyurdu.
Hevesle, “Gerçekten mi?” dedim. Hava açıktı ve tüm haf­
tadan beri bu bir ilkti. Araba kullanmak için mükemmel bir
gündü. Bugün Jeremiah’nm izinli olduğu gündü ve onu bana
vitesli araba kullanmayı öğretmekle geçirmek istemesine ina-
namıyordum. Geçen seneden beri bana öğretmesi için yalvarı­
yordum -Steven bunu denemiş ve üçüncü dersimizden sonra
vazgeçmişti.
Steven başını salladı ve masanın üzerindeki portakal suyu
kutusunu kafasına dikti. “Ölümüne mi susadın dostum? Belly
debriyajını yakmanın yanı sıra, ikinizi de öldürür. Bunu yapma.
Bak, bunu arkadaşın olarak söylüyorum.”
7 5

Masanın altından ona tekme atarak “Kapa çeneni!” diye
bağırdım. “Böyle diyorsun, çünkü berbat bir öğretmensin...”
Steven, bana paralel park yapmayı öğretirken arabanın kapor­
tasında küçücük bir göçüğe neden olduğumdan beri, benimle
aynı arabaya binmeyi reddediyordu.
Jeremiah, “Ben öğretmen olarak yeteneğime güveniyorum,”
dedi. “Onunla işim bittiğinde senden iyi araba kullanacak.”
Steven homurdandı. “Bol şans.” Ardından kaşlarını çattı.
“Ne kadar süreliğine gidiyorsun? Golf sahasına gideceğimizi sa­
nıyordum.”
“Sen de bizimle gelebilirsin,” diye önerdim.
Steven beni duymazdan gelerek Jeremiah’ya, “Sopayı sallayı­
şını çalışman lazım dostum,” dedi.
Bana bakıp tereddütte kalan Jeremiah’ya baktım. “Öğle ye­
meğine kadar gelirim. Ondan sonra gideriz,” dedi.
Steven gözlerini devirdi. “İyi.” Sinir olduğunu ve biraz da
incindiğini görebiliyordum ve aynı anda kendimi hem mutlu
hem de onun için üzgün hissediyordum. Steven benim gibi her
şeyin dışında bırakılmaya alışık değildi.
Sahilin diğer tarafına giden yolda alıştırma yapmaya çıktık.
Yol ıssızdı, bizden başka kimse yoktu: Jeremiah’nın bir milyon
yıl önceden kalmış Nevermind CD’sini dinledik.
Jeremiah, Kurt Cobain’in sesinin üzerinden, “Bir kızın düz
vites araba kullanabilmesi çok çekicidir,” dedi. “Onun kendine
güveni olduğunu, ne yaptığını bildiğini gösterir.”
Arabayı birinci vitese attım ve ayağımı debriyaj pedalından
kaldırdım. “Ben oğlanların yardıma muhtaç kızlardan hoşlandı­
ğını sanırdım.”

“Ondan da hoşlanırlar. Ama ben zeki, kendine güvenen kız­
lardan hoşlanıyorum.”
“Haydi canım. Taylor’dan hoşlandın, ki o hiç öyle değildir.”
Jeremiah homurdanıp kolunu pencereden çıkardı. “Tekrar
bu konuyu açmak zorunda mısın?”
“Sadece söylüyorum. O kadar zeki ve kendine güvenli de­
ğildi.”
Jeremiah, “Belki de ama ne yaptığını kesinlikle biliyordu,”
diyerek bir kahkaha patlattı.
Onun koluna sertçe vurdum. “Çok iğrençsin,” dedim. “Ve
de yalancısın. İkinizin ikinci aşamaya bile geçmediğini bili­
yorum.”
Jeremiah gülmeyi kesti. “Tamam, peki. Geçmedik. Ama gü­
zel öpüşüyordu. Tadı Skittles gibiydi.”
Taylor, Skittles’a bayılırdı. Onları her dakika sanki birer
vitaminmiş, sağlığına iyi geliyormuş gibi ağzına atardı. Eğer
Taylor’ın güzel öpüştüğünü düşünüyorsa, onunla karşılaştırıl­
dığımda benim nasıl öpüştüğümü düşünüyor mu diye merak
ettim.
Ona şöyle bir bakınca, Jeremiah yüzümden anlamış olacak ki
gülerek “Ama sen en iyisiydin Bells,” dedi.
Koluna yumruk attım ama Jeremiah o zaman bile gülmeyi
kesmedi. Daha da çok gülmeye başladı. Ardından, kahkahadan
nefessiz kalarak “Ayağını debriyajdan çekme,” dedi.
Açıkçası bunu hatırlamasına bile şaşmıştım. Yani, o öpücük
benim için unutulmazdı. Çünkü benim ilk öpücüğümdü ve
onu Jeremiah ile yaşamıştım. Ama bunu hatırlaması bir şekilde
gülüşünü mazur gösterdi.
7 7

“İlk öpüştüğüm çocuktun,” dedim. O an ona her şeyi söyle­
yebilirmişim gibi hissediyordum. Büyüyüp de işler karmaşıklaş­
madan Önceki gibiydi aramız. Kendimi rahat, normal ve onun
arkadaşı gibi hissediyordum.
Jeremiah utanarak bakışlarını kaçırdı. “Evet, biliyorum.”
“Nereden biliyorsun?” diye sordum hemen. Öpücüğüm çok
berbattı da ondan mı kuşkulanmıştı? Ne kadar aşağılayıcıydı.
“Şey, Taylor söyledi. Sonradan.”
“Ne! Bunu yaptığına inanamıyorum. Hain!” Neredeyse ara­
bayı durduruyordum. Aslına bakılırsa buna inanabiliyordum
ama yine de kendimi ihanete uğramış gibi hissetmiştim.
“Büyütecek bir şey değil.” Fakat Jeremiah’nın yanakları yer
yer kızarmıştı. “Bir kızı ilk kez öptüğüm zaman şaka gibi bir
şeydi. Kız bana yanlış yapıyorsun deyip duruyordu.”
“Kimdi o? İlk öptüğün kız kimdi?”
“Onu tanımıyorsun. Önemli değil.”
“Haydi ama,” diye tatlılıkla onu ikna etmeye çalıştım. “Bana
söyleyebilirsin.”
Araba tekleyince Jeremiah, “Ayağını debriyaja koy ve vitesi
boşa al,” dedi.
“Bana söyleyene dek almam.”
“İyi. Christi Turnduck’dı,” diyerek başını eğdi.
“Turnduck’ı mı öptün?” Gülme sırası bendeydi. O da bizim
gibi Cousins sahili ahalisindendi. Tek farkı, tüm sene orada yaşa-
masıydı. Jeremiah omuz silkerek “Bana abayı fena yakmıştı,” dedi.
“Con ile Steven’a söyledin mi?”
“Tabii ki hayır. Onlara söylemedim!” dedi. “Sen de söyle­
mezsen iyi olur! Parmak sözü.”
7 8

Parmağımı ona uzattım ve onları birbirine değdirdik.
“Christi Turnduck. Güzel öpüşüyordu. Bana bildiğim her
şeyi o öğretti. Ona ne oldu merak ediyorum.”
Cristi’nin de benden iyi öpüşüp öpüşmediğini merak ettim.
Jeremiah’ya bir şeyler öğrettiğine göre, öyle olmalıydı.
Araba tekrar tekleyince, “Bu berbat. Vazgeçiyorum,” dedim.
Jeremiah, “Araba kullanmaktan vazgeçmek yok,” diye em­
retti.
İç çekip duran motoru tekrar çalıştırdım. İki saat sonra, ar­
tık olaya hâkimdim. Sayılırdı yani. Motor hâlâ tekliyordu ama
ilerleme vardı. Arabayı kullanıyordum ve Jeremiah, doğuştan iyi
sürücü olduğumu söyledi.
Eve vardığımızda saat dördü geçmişti ve Steven da gitmiş­
ti. Sanırım beklemekten sıkılmış ve golf sahasına kendi başına
gitmişti. Annemle Susannah’nın odasında, onunla birlikte eski
filmler izliyordu. İçerisi karanlıktı, perdeleri de indirmişlerdi.
Bir dakika kadar kapılarının dışında durup kahkaha atmala­
rını dinledim. İlişkilerini kıskanıyordum. Mükemmel bir uyum
içindeki iki pilot gibiydiler. Ben böyle, ne olursa olsun tüm ha­
yatın boyunca devam edecek ve sonsuza kadar sürecekmiş gibi
görünen bir arkadaşlığa sahip değildim.
Odadan içeri girince Susannah, “Belly! Gel bizimle birlikte
film izle,” dedi.
Yatağa, ikisinin arasına geçtim. Bir mağaradaymışız gibi yarı
karanlıkta yatakta uzanmak rahattı. Onlara, “Jeremiah bana
araba kullanmasını öğretiyordu,” dedim.
Susannah hafifçe gülümseyerek “Tatlı çocuk,” dedi.
Annem, “Cesur da,” dedi ve burnumdan makas aldı.
7 9

Yatak örtüsünün altına girdim. Jeremiah gerçekten harikay­
dı. Kimse yapmazken beni araba kullanmaya götürmesi gerçek­
ten ince bir davranıştı. Arabayı birkaç kez bir yerlere vurmam,
herkes gibi mükemmel bir sürücü olmayacağım anlamına gel­
mezdi. Jeremiah sayesinde artık düz vites kullanabiliyordum.
Ben, ne yaptığını bilen, o kendine güvenen kızlardan olacaktım.
Ehliyetimi aldığımda Susannah’nın evine arabayla gelip ona te­
şekkür etmek için arabamla bir tura çıkaracaktım.

Bölüm
14 YAŞINDA
aylor duştan çıktıktan sonra bez çantasını karıştırmaya
başladı, ben de yatağımda uzanıp onu izledim. Biri beyaz
fisto, biri Hawai desenli, biri de siyah keten, üç değişik yazlık
elbise çıkardı. Bana, “Bu akşam hangisini giysem?” diye sordu.
Soruyu sanki bir sınav sorusuymuş gibi sormuştu.
Bense onun sınav sorularından ve her dakika kendimi kanıt­
lama ihtiyacından sıkılmıştım. “Sadece akşam yemeği yiyeceğiz
Taylor. Özel bir yere gitmiyoruz,” dedim.
Taylor bana başını sallarken başındaki havlu da sallandı. “Bu
akşam deniz kıyısındaki yürüyüş yoluna gidiyoruz, unuttun
mu? Bunun için güzel görünmeliyiz. Senin giysini de seçeyim,
olur mu?”
Taylor giyeceklerimi seçtiğinde mezuniyet gecesi değişim
geçiren inek kız gibi hissederdim kendimi ama kötü anlam­

da değil. Evde sadece iki elbisem vardı. Bir tanesini Paskalya
için büyükannem almıştı. Diğerini de sekizinci sınıf mezuni­
yeti için almıştım. Son zamanlarda hiçbir şey üzerime düzgün
olmuyor gibiydi. Giysilerin ağ kısmı ya çok bol geliyor ya da
belleri çok sıkıyordu. Elbise giymeyi hiç düşünmemiştim ama
arkadaşımın elbiselerini o şekilde yatağın üzerine serili görün­
ce, onu kıskandım.
“Sahil kenarında yürümek için süslenemem,” dedim.
Taylor dolabıma yürüyerek “Gardırobunda neler var, bir ba­
kayım,” dedi.
“Taylor, sana hayır dedim! Ben bunu giyeceğim.” Kesik şor­
tumu ve Cousins Sahili tişörtümü işaret ettim.
Taylor yüzünü ekşitti ama dolabımdan uzaklaştı ve kendi
yazlık elbiselerine geri döndü. “Tamam. İstediğin gibi olsun
huysuz şey. Peki, ben hangisini giysem?”
İç çektim. Gözlerimi kapayarak “Siyah olanı,” dedim. “Şimdi
acele et de üzerini giyin.”
O akşamki yemek, deniztarağıyla kuşkonmazdı. Annem ye­
mek pişirdiğinde, menüde her zaman limonlu ve zeytinyağlı bir
deniz ürünüyle sebze olurdu. Her zaman. Susannah ise yalnızca
arada bir yemek pişirirdi bu yüzden, balık türlüsünün olduğu
ilk akşam dışında, yemek olarak karşınıza ne çıkacağını asla bile­
mezdiniz. Bütün öğleden sonrasını mutfakta dolanarak geçirir,
İncirli Fas Tavuğu gibi, adını daha önce hiç duymadığım bir
şey pişirebilirdi. Susannah, annemin dalga geçtiği, sayfalarında
yağ lekesiyle kenarlarında notlar olan spiralli yemek tarifleri ki­
tabını çıkarırdı. Ya da ketçaplı ve ekmekli Amerikan peynirli
omletlerinden yapardı. Biz çocuklar da sözde haftanın bir günü
s ?

yemekten sorumluyduk ama bu genelde hamburger ya da don­
muş pizza anlamına geliyordu. Yine de çoğu akşam canımız ne
isterse ve ne zaman isterse o zaman yiyorduk. Yazlıkta buna ba­
yılıyordum. Evde her akşam, hiç şaşmaz bir şekilde, altı buçukta
yemek yerdik. Burada annem dâhil, her şey daha rahattı.
Taylor öne eğilerek “Laurel, siz bizim yaşımızdayken
Susannah ile yaptığınız en çılgınca şey neydi?” diye sordu.
Taylor her zaman insanlarla sanki bir pijama partisindeymiş
gibi konuşurdu. Yetişkinlerle, erkeklerle, kantindeki kadınla,
herkesle.
Annem ile Susannah birbirlerine bakıp gülümsediler. Annem
peçetesiyle ağzını silerek “Bir gece golf sahasına gizlice gidip ora­
ya papatya ekmiştik,” dedi.
Ben bunun doğru olmadığını biliyordum ama Steven ile
Jeremiah güldüler. Steven o sinir bozucu, bilmiş hâliyle, “Siz
ikiniz gençken bile sıkıcıymışsınız,” dedi.
Taylor tabağına ketçabı boca ederken, “Bence gerçekten tat­
lı,” dedi. Taylor ister yumurta, ister pizza, ister makarna olsun,
her şeyi ketçapla yerdi.
Sohbeti dinlediğini bile düşünmediğim Conrad, “Yalan söy­
lüyorsunuz. Bu yaptığınız en çılgınca şey değildi,” dedi.
Susannah, teslim oluyorum, der gibi ellerini havaya kaldırdı.
“Annelerin de sırları olur,” dedi. “Ben, siz erkeklerin sırlarını
sormuyorum, öyle değil mi?”
Jeremiah, “Evet, soruyorsun,” dedi. Çatalını ona yöneltti. “Her
dakika soruyorsun. Bir günlük tutsaydım kesin onu okurdun.”
Susannah, “Hayır, okumazdım,” diye itiraz etti.
Annem de, “Evet, okurdun,” dedi.
f n

Susannah öfkeli bir şekilde anneme baktı. “Asla okumaz­
dım.” Ardından yan yana oturan Conrad ile Jeremiah’ya baktı.
“Tamam, okuyabilirdim ama sadece Conrad’ınkini. Her şeyi
gizli tutmada o kadar iyi ki ne düşündüğünü asla bilemiyorum.
Ama sende böyle değil Jeremiah. Senin kalbin ortada evladım.”
Uzanıp Jeremiah’nın koluna dokundu.
Jeremiah çatalını tabağındaki bir deniztarağına geçirerek
“Hayır, değil,” dedi. “Benim de sırlarım var.”
Taylor da o mide bulandırıcı flörtçü sesiyle, “Tabii ki var
Jeremiah,” dedi.
Jeremiah ona güldü, o anda kuşkonmazım neredeyse boğa­
zıma kaçıyordu.
“Taylor ile bu akşam sahil yoluna gideceğiz. İçinizden biri
bizi bırakabilir mi?” dedim.
Annem ya da Susannah cevap veremeden Jeremiah, “A, sa­
hil yolu. Bence birlikte gitmeliyiz,” dedi. Conrad ve Steven’a
dönerek “Değil mi çocuklar?” diye ekledi. Normalde, içlerin­
den birinin benim gitmek istediğim bir yere gelmesi karşısında
sevinçten deliye dönerdim ama bu sefer öyle olmadı. Bunun
benim için olmadığını biliyordum.
Birdenbire deniztarağını küçük parçalara bölmekle meşgul
görünen Taylor’a baktım. O da bunun kendisi için olduğunu
biliyordu.
Steven, “Sahil yolu berbat,” dedi.
Conrad da, “Ben ilgilenmiyorum,” dedi.
Ben de, “Sizi kim davet etti ki zaten?” dedim.
Steven gözlerini devirdi. “Kimsenin kimseyi sahil yoluna da­
vet etmesine gerek yok. Burası özgür bir ülke, isteyen gider.”
84

PKu8[y?8?8 chap9.xhtml Bölüm 10

Bölüm 10

Annem, “Burası özgür bir ülke mi?” diye sordu. “Bu cüm­
leni gerçekten düşünmeni isterim Steven. Ya sivil haklarımız?
Gerçekten özgür sayılır mıyız eğer.
Susannah başını sallayarak “Laurel, lütfen,” dedi. “Yemek
masasında politika konuşmayalım.”
Annem soğukkanlılıkla, “Politika konuşmak için daha iyi bir
zaman bilmiyorum,” dedi. Ardından bana baktı. Ağzımı açıp
kapayarak lütfen sus, dedim ve o da içini çekti. Gerçekten baş­
lamadan önce onu durdurmak en iyisiydi. “Tamam, pekâlâ.
Politika yok. Ben merkezdeki kitapçıya gidiyorum. Sizi yolda
bırakırım.”
“Teşekkürler anne,” dedim. “Sadece Taylor ile ben geleceğiz.”
Jeremiah beni duymazdan gelerek Steven ile Conrad’a dön­
dü. “Haydi çocuklar,” dedi. “Harika olacak.” Taylor bütün
gündür her şeye harika diyordu.
Steven, “Tamam ama ben atari salonuna giderim',” dedi.
“Con?” Jeremiah başını olumsuz anlamda sallayan Conrad’a
baktı.
Taylor çatalıyla onu dürterek “Haydi ama Con,” dedi.
“Bizimle gel.”
Conrad yine başım sallayınca Taylor suratını ekşitti. “İyi.
Sensiz kesinlikle çok eğleniriz.”
Jeremiah,
“Ona aldırma,”
dedi.
“Burada Britannica
Ansiklopedisi okuyarak çok eğlenir o.” Conrad bunu duymaz­
dan geldi ama Taylor kıkırdayıp saçlarını kulaklarının arkasına
attı. İşte o zaman, artık Jeremiah’dan hoşlandığını anladım.
Susannah, “Dondurma için yanınıza biraz para almadan çık­
mayın,” dedi. Bu yaz tek başına takılmayı tercih eden Conrad

dışında hepimizin birlikte takılmasına sevindiğini yüzünden an­
lıyordum. Susannah’yı biz çocuklar için aktiviteler planlamak­
tan başka hiçbir şey bu kadar mutlu etmezdi. Bence gerçekten
iyi bir kamp direktörü olurdu.
Arabada
annemle
oğlanların
gelmesini
beklerken,
“Conrad’dan hoşlandığını sanıyordum,” diye fısıldadım.
Taylor gözlerini devirdi. “Iyyy. O çok sıkıcı. Sanırım onun
yerine Jeremy’den hoşlanacağım.”
Ters bir şekilde, “Onun adı Jeremiah,” dedim.
“Bunu biliyorum. ” Taylor bana bakınca gözleri kocaman
açıldı. “Ne yani, şimdi ondan mı hoşlanıyorsun?”
“Hayır!”
Taylor sabırsızca nefes verdi. “Belly, bir tanesini seçmelisin.
İkisine de sahip olamazsın.”
“Biliyorum,” diye çıkıştım. “Hem bilgin olsun diye söylüyo­
rum, ikisini de istemiyorum. Ayrıca bana o gözle de bakmıyor­
lar. Bana Steven’ın baktığı gibi bakıyorlar. Küçük kız kardeşleri
gibi.”
Taylor tişörtümün yakasını çekiştirdi. “Eğer biraz olsun de­
kolteni gösterseydin...”
Elini çektim. “Dekolte falan göstermiyorum. Hem dediğim
gibi, ikisinden de hoşlanmıyorum. Artık değil.”
Taylor, “O zaman Jeremy’nin peşine düşmem umurunda
değil?”, diye sordu. Böyle sormasının nedeninin, ileride herhan­
gi bir suçlamaya maruz kalmamak olduğunu anlayabiliyordum.
Gerçi suçluluk da duymazdı ya.
Ben de ona, “Eğer umurumda olduğunu söyleseydim, durur
muydun?” dedim.
8 6

Taylor bunu bir saniye düşündü. “Muhtemelen. Eğer ger­
çekten ama gerçekten umurundaysa. Ama o zaman Conrad’ın
peşine düşerdim. Buraya eğlenmeye geldim Belly.”
İç çektim. En azından dürüsttü. Ona, buraya benimle eğ­
lenmek için geldiğini sanıyordum, demeyi düşündüm ama vaz­
geçtim.
“Onun peşine düş,” dedim. “Umurumda değil.”
Taylor kendine has hareketiyle kaşlarını oynattı. “Evet!
Başlasın bakalım.”
“Bekle,” diyerek bileğini tuttum. “Ona iyi davranacağına söz
53
ver.
“Elbette iyi davranacağım. Ben her zaman iyiyimdir.”
Ardından omzuma vurdu. “Tam bir savaşçısın Belly. Söylediğim
gibi, sadece biraz eğlenmek istiyorum.”
O an annemle oğlanlar evden çıktılar ve ilk defa önde otur­
ma kavgası yaşanmadı, Jeremiah kolaylıkla yeri Steven’a verdi.
Sahil yoluna geldiğimizde Steven doğruca atari salonuna
yöneldi ve tüm akşamı orada geçirdi. Jeremiah bizle dolaştı ve
biliyordum ki bunun şapşalca olduğunu düşünmesine rağmen
atlıkarıncaya bile bindi. Biz Taylor ile atların üzerinde hop­
larken o at arabasına kurulup uyuyor numarası yaptı. Benim
atım altın rengiydi, Taylor’ınkiyse siyah. Hiç itiraf etmese de
Siyah înci hâlâ en sevdiği kitaptı. Ardından Jeremiah para atı­
şıyla Taylor için pelüş bir Tvveety kazandı. Jeremiah bu oyunda
ustaydı. Tvveety kocaman, neredeyse Taylor kadardı. Jeremiah
onu Taylor için taşıdı.
Onlarla oraya hiç gitmemeliydim. Tüm geceyi, kendimi
bu kadar görünmez hissedeceğime kadar, her ayrıntısına dek

tahmin etmeliydim. Bütün o süreyi, evde olmayı, yatak oda­
sı duvarımdan Conrad’ın gitar çalışını dinlemeyi ya da annem
ve Susannah’yla Woody Ailen filmleri izlemeyi dilemekle ge­
çirdim. Haftanın geri kalanının da böyle mi olacağını merak
ediyordum. Taylor’ın, bir şey istediği zaman sonuca gitmek için
bu kadar kararlı, inatçı ve amacından sapmaz olduğunu unut­
muştum. Yazlığa daha yeni gelmesine rağmen beni unutmuştu.

W
Bölüm
i
C^ |yenüz yeni gelmiştik ki Steven’ın gitme zamanı gelmiş­
ti bile. Babamla üniversite yolculuğuna çıkacaklardı ve
yolculuk sonrası Cousins’a gelmek yerine eve dönecekti. Sözde
üniversite sınavlarına çalışmaya gidiyordu ama işin aslı, yeni kız
arkadaşıyla takılmak istemesiydi.
Onu toplanırken izlemek için odasına gittim. Yanında pek
bir şey getirmemiş, sadece bez bir çantayla gelmişti. Steven ol­
madan her şey dengesiz olacaktı. O bir tampon görevi görüyor,
hiçbir şeyin değişmediğini, her şeyin aynı kalabileceğini simge­
liyordu âdeta. Çünkü Steven hiç değişmezdi. O her zaman, iğ­
renç, katlanılmaz ağabeyim, başımın belasıydı. Islak köpek gibi
kokan eski pazen battaniyemiz gibiydi. Kokuşmuş, konforlu
dünyamı oluşturan temelin bir kısmı. O burada olduğunda her
şey aynı oluyordu. Üçe karşı bir, oğlanlara karşı kızlar.

Dizlerimi göğsüme çekerek “Keşke gitmeseydin,” dedim.
“Seni bir ay sonra tekrar göreceğim,” diye hatırlattı.
Kasvetli bir şekilde, “Bir buçuk ay,” diye düzelttim. “Bildiğin
gibi, doğum günümü kaçıracaksın.”
“Evde görüştüğümüzde hediyeni veririm.”
“Aynı olmayacak.” Bebek gibi davrandığımı biliyordum ama
elimde değildi. “En azından bana bir kart atar mısın?”
Steven çantasının fermuarını çekti. “Zamanım olur mu bil­
miyorum. Yine de sana mesaj atarım.”
“Bana bir Princeton sweatshirt’ü getirir misin?” Üniversite
sweatshirt’ü giymek için sabırsızlanıyordum. Olgun olduğunu­
zun ve aslında gitmeseniz de üniversiteye gidecek yaşlarda ol­
duğunuzun birer ilanıydı âdeta. Onlarla dolu bir gardırobum
olmasını dilerdim.
“Hatırlarsam getiririm,” dedi.
“Sana hatırlatırım,” dedim. “Mesaj atarım.”
“Tamam. Yaş günü hediyen olur.”
“Anlaştık.” Steven’ın yatağına yatıp ayaklarımı duvara yasla­
dım. Böyle yapmamdan nefret ederdi. “Galiba seni biraz özle­
yeceğim.”
Steven, “Conrad’a salyalarını akıtmaktan, gittiğimi fark et­
mezsin bile,” dedi.
Ona dilimi çıkardım.
Steven ertesi sabah erken saatte evden ayrıldı. Conrad ile
Jeremiah onu havaalanına götürecekti. Veda etmek için aşağı
indim ama onlarla gitmeyi denemedim çünkü beni istemeyece­
ğini biliyordum. Steven erkek erkeğe biraz zaman geçirmek is­
tiyordu ve bir kez olsun kavga çıkarmadan ona izin verecektim.

Bana hoşça kal demek için sarılırken, o klasik küçümseyi­
ci bakışlarından biriyle; üzgün gözler ve ekşi bir suratla baktı.
“Aptalca bir şey yapma, tamam mı?” dedi. Gerçekten de bana
önemli bir şey söylemeye çalışırmış ve onu anlamam gerekirmiş
gibi imalı bir şekilde söylemişti bunu.
Bense anlamadım. “Sen de aptalca bir şey yapma zevzek,”
dedim.
Çocukmuşum gibi bana başını sallayıp iç çekti.
Tavırlarının beni rahatsız etmesine izin vermemeye çalıştım.
Ne de olsa gidiyordu ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. En
azından, onunla tartışmaya girmeden kendisini yolcu edebilir­
dim. “Babama benden selam söyle,” dedim.
Hemen yatağa geri dönmedim. Bir süre ön verandada kal­
dım, kendimi biraz kederli ve ağlamaklı hissettim -ama bunu
asla Steven’a itiraf etmezdim.
Birçok açıdan bu, son yaz gibiydi. Sonbaharda Conrad üni­
versiteye başlayacaktı. Brown’a gidecekti. Bir sonraki yaz eve
gelmeyebilirdi. Bir staj ya da yaz okulu bulabilir ya da yeni ya­
takhane arkadaşlarıyla sırt çantasını takıp Avrupa’yı dolaşabilir­
di. Jeremiah da her zaman bahsettiği futbol kampına gidebilir­
di. Şimdiyle o zaman arasında, olabilecek bir sürü şey vardı. Bir
daha bunun gibisi olmazsa diye, elimden geldiğince bu yazın
tadını çıkarmam gerektiğini düşündüm. Ne de olsa yakında on
altı yaşında olacaktım. Her şey sonsuza dek aynı kalamazdı.

^ İ/U \M 4 A X > İ/ Bölüm
11 YAŞINDA
ördümüz kumların üzerine serdiğimiz büyük bir battani­
yenin üzerinde yatıyorduk. Conrad, Steven, Jeremiah ve
en kenarda ben. Orası benim yerimdi. Onların yanına gelmeme
izin verdiklerinde tabii. O nadir günlerden biriydi.
Çoktan öğlen olmuştu ve hava o kadar sıcaktı ki saçlarım
sanki kavruluyordu. Ben oğlanları dinlerken, onlar da kâğıt oy­
nuyordu.
Jeremiah, “Kızgın yağa atılmayı mı yoksa sıcak bir bıçakla can­
lı canlı derinizin kazınmasını mı tercih edersiniz?” diye sordu.
Conrad kendine güvenli bir şekilde, “Kızgın yağ,” dedi.
“Daha çabuk iş biter.”
Ben de, “Kızgın yağ,” diye tekrarladım.
Steven, “Bıçak,” dedi. “Bıçağı alıp onu yapan adamın derisi­
ni kazıma şansı daha çok.”

Conrad, “Böyle bir seçenek yoktu,” dedi. “Bu ölmekle ilgili,
birisinin hakkından gelmekle değil.”
Steven huysuzca, “Tamam o zaman, kızgın yağ,” dedi. “Ya
sen Jeremiah?”
Jeremiah, “Kızgın yağ,” dedi. “Sıra sende Con.”
Conrad gözlerini kısıp güneşe bakarak “Mükemmel bir günü
tekrar tekrar mı yaşamak istersiniz yoksa mükemmel olmayan
ama idare eden farklı günler mi?”
Jeremiah bir dakika boyunca bir şey söylemedi. Doğrusu bu
oyunu çok seviyordu. Değişik seçenekler üzerinde düşünmeye
bayılıyordu. “O mükemmel günde, Bugün Aslında Dündü filmi
gibi, onu tekrar tekrar yaşadığımı bilecek miyim?”
“Hayır.”
“O zaman mükemmel bir günü tercih ederim,” dedi.
Steven, “Eğer o mükemmel günde...” diye söze başladı ve
sonra bana bakarak konuşmasını kesti. Ah, bundan nefret edi­
yordum. “Ben de mükemmel bir günü alırım.”
“Belly?” diyen Conrad bana baktı. “Sen hangisini seçerdin?”
Doğru cevabı bulmaya çalışırken zihnim hızla işledi. “Şey.
Hayatımı idare eder günlerle yaşamayı seçerdim. Bu şekilde, o
mükemmel günü hâlâ umutla bekleyebilirdim,” dedim. “Tekrar
tekrar yaşadığın bir günden ibaret bir hayat istemezdim.”
Jeremiah, “Evet, ama onun bir gün olduğunu bilmeyeceksin
ki,” dedi.
Omuz silktim. “İçten içe bilebilirsin.”
Steven, “Aptalca,” dedi.
“Bence aptalca değil. Sanırım Belly’ye katılıyorum.” Conrad
bana, birilerine karşı birlik olan askerlerin bakışıyla baktı. Sanki

ikimiz bu işte beraberdik. Steven’ı sarstım. Elimde değildi.
“Gördün mü?” dedim. “Conrad bana katılıyor.”
Steven beni taklit ederek “Conrad bana katılıyor. Conrad
beni seviyor. Conrad harika...” dedi.
“Kes şunu Steven!” diye bağırdım.
Steven sırıtarak “Soru sorması sırası bende,” dedi. “Belly, her
gün mayonez yemeyi mi yoksa hayatın boyunca tahta göğüslü
olmayı mı tercih edersin?”
Yana dönüp bir avuç dolusu kum aldım ve Steven’ın üzerine
attım. O esnada kahkaha atmakla meşgul olduğundan kumlar­
dan bir kısmı ağzına girdi ve bazıları da ıslak yanaklarına yapıştı.
“Sen öldün Belly!” diye bağırdı.
Ardından üzerime atıldı, ben de hemen ondan uzaklaştım.
Kendimi savunurcasına, “Beni rahat bırak,” dedim. “Canımı
yakarsan anneme söylerim.”
Steven bacağımı sertçe yakalayarak “Baş belasının tekisin,”
diye tükürerek konuştu. “Seni suya atacağım.”
Ondan kurtulmaya çalıştım ama bu, sadece yüzüne daha faz­
la kum gelmesine neden oldu. Tabii buna iyice kudurdu.
Conrad, “Onu rahat bırak Steven. Gel yüzelim,” dedi.
Jeremiah da, “Evet, haydi gel,” dedi.
Steven tereddüt etti. “Tamam,” diyerek yine kum tükürdü.
“Hâlâ öldün sayılır Belly.” Bana işaret edip ardından parmağıy­
la beni kesermiş işareti yaptı.
Ona orta parmak çekip arkamı döndüm ama içten içe he­
yecandan titriyordum. Conrad beni savunmuştu. Ölü olup
olmamam Conrad’ın umurundaydı. Steven günün geri ka­
lan kısmında bana hâlâ deli gibi öfkeliydi ama buna değmişti.

PKu8[:%;; chap10.xhtml Bölüm 11

Bölüm 11

Steven’ın benim tahta göğüslü olmamla dalga geçmesi ironikti
çünkü bu olaydan iki yaz sonra, sütyensiz dışarı çıkamaz hâle
gelmiştim.

İ/U V U / ^ İ A A / f jjj Bölüm
teven’ın ayrıldığı günün gecesi, gece yarısı yüzmelerim­
den birini yapmak için havuza indim. Conrad, Jeremiah
ve Clay Bertolet adındaki komşulardan bir çocuk, şezlongla­
ra oturmuş, bira içiyorlardı. Clay sokağın ilerisindeki evde ya­
şardı ve Cousins Sahiline bizim kadar uzun süredir geliyordu.
Conrad’dan bir yaş büyüktü. Kimse ondan çok hoşlanmazdı.
Sanırım sadece öylesine takılmak için biriydi.
Anında kasıldım ve havlumu göğsüme doğru iyice çektim.
Geri dönüp gitsem mi, diye de düşündüm. Clay beni her zaman
gererdi. O gece yüzmeme gerek yoktu. Bir sonraki gece de yü-
zebilirdim. Ama hayır, orada olmaya en az onlar kadar hakkım
vardı. Hatta daha da fazla.
Kendime güveniyormuş gibi bir havayla onlara doğru yürü­
düm. “Selam çocuklar,” dedim. Havlumu çıkarmadım. Hepsi

giysileri içerisindeyken, orada bir havlu ve bikini ile durmak tu­
haf geliyordu.
Clay başını kaldırıp bana bakarken gözlerini kıstı. “Hey,
Belly. Görüşmeyeli uzun zaman oldu.” Şezlonga işaret ederek
“Gel, otur,” dedi.
İnsanların, görüşmeyeli uzun zaman oldu demesinden nef­
ret ederdim. Merhaba demenin salakça bir yoluydu. Yine de
oturdum.
Clay eğilip bana sarıldı. Bira ve Polo Sport kokuyordu. “E,
nasılsın bakalım?” diye sordu.
Ben cevap veremeden Conrad, “İyi, şimdi de yatma zamanı.
İyi geceler Belly,” dedi.
“Ben daha yatmıyorum, yüzeceğim,” derken, beş yaşında
gibi konuşmamaya çalıştım.
Jeremiah birasını indirerek “Yukarı dönmelisin,” dedi.
“Annen içki içtiğin için seni öldürür.”
“Ben içki içmiyorum,” diye ona hatırlattım.
Clay bana Corona’sını uzattı. “Al,” dedi göz kırparak. Sarhoş
görünüyordu.
Ben tereddüt ederken Conrad sinir olmuş gibi çıkıştı. “Ona
bira verme. O daha çocuk.”
Ona öfkeyle baktım. “Steven gibi davranmayı kes.” Bir iki
saniye, Clay’in birasını almayı düşündüm. İlk bira içişim olur­
du. Ama bunu sadece Conrad’a inat için yapardım ve onun,
yaptığım şeyler üzerinde etkisi olmasına izin vermeyecektim.
“Hayır, teşekkürler,” dedim.
Conrad belli belirsiz başını salladı. “Şimdi de iyi bir kız gibi
yatağına geri dön bakalım.”

Aynen eskiden Steven ile Jeremiah’nın bilerek beni bir şey­
lerin dışında tuttuğu anlar gibiydi. “Ben senden sadece iki yaş
küçüğüm,” derken, yanaklarımın yandığını hissedebiliyordum.
Conrad, “İki yaş üç ay,” diye otomatik olarak düzeltti.
Clay buna gülünce onun maya kokan nefesini aldım.
“Kahretsin, kız arkadaşım on beş yaşındaydı,” dedi. Ardından
bana bakarak “Eski kız arkadaşım,” diye ekledi.
Hafifçe gülümsedim. İçten içe, ondan ve nefesinden kaçı­
yordum. Yine de Conrad’ın bize bakış şeklinden hoşlanmıştım.
Sadece beş dakikalığına da olsa, arkadaşını elinden almaktan
hoşlanmıştım.
“Bu yasa dışı değil mi?” diye sordum Clay’e.
Clay tekrar güldü. “Çok tatlısın Belly.”
Kızardığımı hissedebiliyordum. “Şey, neden ayrıldınız peki?”
diye, gerçekten bilmiyormuş gibi sordum. Ayrılmışlardı çünkü
Clay bir hödüktü. Her zaman öyle olmuştu. Eskiden, karınla­
rını patlattığını duyduğu için martılara Alka-Seltzer yedirmeye
çalışırdı.
Clay ensesini kaşıdı. “Bilmem. Atçılık kampına mı ne gitme­
si gerekiyordu. Uzak mesafe ilişkiler berbattır.”
“Ama sadece yazın ayrı kalacaktınız,” diye itiraz ettim. “Bir
yaz için ayrılmak aptalca.” Tüm okul yılları süresince, Conrad’a
aşkımı aynen muhafaza etmiştim. Âşık olarak aylarca, yıllarca
idare ederdim. Benim için, yiyecek gibiydi. Bana güç verirdi.
Eğer Conrad benim olsaydı, onunla ne bir yaz için ne de kosko­
ca bir okul yılı için ayrılırdım.
Clay bana ağır göz kapakları, uykulu gözleriyle bakarak
“Erkek arkadaşın var mı?” diye sordu.

“Evet,” derken kendime engel olamadım, bunu söylerken
Conrad’a bakmıştım. Sana söylüyorum gibisinden. Artık sana
abayı yakmış on iki yaşında şapşal bir kız değilim. Ben gerçek
biriyim artık. Gerçek bir erkek arkadaşım var. Doğru olmasa
da kimin umurundaydı ki? Conrad’ın gözleri hafifçe kıpırdadı
ama yüzü tamamen ifadesiz kaldı. Jeremiah ise şaşırmış görü­
nüyordu.
“Belly, senin erkek arkadaşın mı var?” Kaşlarını çattı. “Ondan
hiç bahsetmedin.”
“O kadar ciddi bir şey değil.” Şezlongun minderindeki ye­
rinden çıkmış bir ipi çekiştirmeye başladım. Doğrusu bunu uy­
durduğuma şimdiden pişmandım. “Aslına bakılırsa, gerçekten
öylesine takılıyoruz.”
“Değil mi ama? O zaman yazın ilişkiyi sürdürmenin anlamı
ne, değil mi? Ya karşına başkaları çıkarsa?” Clay bana şakacı bir
şekilde göz kırptı. “Tam şu an gibi?”
“Clay biz çoktan tanıştık. On sene kadar önce.” Gerçi şimdi­
ye dek bana ilgi gösterdiği de olmamıştı.
Clay diziyle beni dürttü. “Tanıştığımıza sevindim. Ben
Clay.”
Ben de bu komik olmasa da güldüm. Yapılacak en doğru şey
gibi gelmişti. “Merhaba, Ben Belly.”
“Eee, Belly, yarın akşamki kutlama ateşime gelecek misin?”
Çok heyecanlı görünmemeye çalışarak “Şey, gelirim tabii,”
dedim.
Conrad, Steven ve Jeremiah her sene 4 Temmuz kutlama
ateşine giderlerdi. Clay de evinde parti verirdi çünkü sahilin
o kısmından bir sürü havai fişek atılırdı. Annesi de her zaman
9 9

marşmelov sandviçleri için gerekli malzemeleri bırakırdı. Bir
keresinde Jeremiah’dan bana da marşmelov getirmesini istedim
ve o da getirdi. Marşmelov sandviçim lastik gibi ve yanıktı ama
onu yine de yemiş, bunun için Jeremiah’ya minnettar kalmış­
tım. Sanki partinin küçük bir parçasıydı. Oğlanlar onlarla git­
meme hiç izin vermezdi, ben de onları zorlamazdım. Gösterileri
arka verandamızdan, pijamalarımın içinde, Susannah ve an­
nemle birlikte izlerdim. Onlar şampanya yudumlarken ben de
elma suyu içerdim.
Conrad ansızın, “Buraya yüzmeye geldiğini sanıyordum,”
dedi.
Jeremiah, “Of, onu bir rahat bırak Con,” dedi. “Eğer yüz­
mek isterse yüzer.”
Ardından Jeremiah’yla, neden Conrad böyle baba rolleri üst­
leniyor ki, anlamında bakıştık. Conrad sigarasını yarı boş bira
kutusuna hafifçe vurdu. “Ne istersen onu yap,” dedi.
“Öyle yapacağım,” deyip Conrad’a dil çıkararak ayağa kalk­
tım. Havlumu fırlatıp bir kuğu gibi havuza daldım. Bir dakika
kadar su altında kaldım. Ardından sırtüstü yüzmeye başladım ki
neler konuştuklarını duyabileyim.
Clay’in kısık sesle, “Dostum, Cousins artık eskimeye başladı.
Hemen geri dönmek istiyorum,” dediğini duydum.
Conrad, “Evet, ben de,” dedi.
Demek Conrad buradan ayrılmaya hazırdı. Bir yanım bunu
çoktan biliyor olsa da yine de inciniyordum. O zaman hemen
git, demek istiyordum. Burada olmak istemiyorsan olma. Sadece
git. Ama işler sonunda düzelir gibi olmaya başlarken, Conrad’ın
canımı sıkmasına izin vermeyecektim.
1 0 0

Sonunda Clay Bertolet’in 4 Temmuz kutlama ateşine davet
edilmiştim. Artık büyük çocuklardandım. Hayat güzeldi. Ya da
o noktaya geliyordu.
Bütün gün, ne giyeceğimi düşündüm. Oraya hiç davet edil­
mediğim için, ne giyeceğim konusunda da hiçbir fikrim yoktu.
Muhtemelen hava soğurdu ama kim şölen ateşinin yanında kat
kat giyinmek isteydi ki? İlk partim için öyle yapamazdım. Ama
fazla süslü olup da Conrad ile Jeremiah’nın bana zorluk çıkar­
masını da istemiyordum. Bir şort, askılı bir bluz ve çıplak ayak­
ların durumu kurtaracağını düşündüm.
Oraya vardığımızda yanlış karar verdiğimi gördüm. Diğer
kızlar, yazlık elbiseler ve kısa etekler giyiyordu. Cousins’da kız
arkadaşlarım olsaydı ben de bunu bilirdim.
Jeremiah’ya, “Kızların süslendiğini bana söylemediniz,” diye
tısladım.
Jeremiah doğruca fıçıya yürüyerek “İyi görünüyorsun, saç­
malama,” dedi. Sadece bir fıçı vardı. Ne marşmelovlar ne de
bisküviler görebildim.
Aslına bakılırsa, daha önce hiç, bir fıçı görmemiştim. Sadece
filmlerde görmüştüm. Onu takip edecektim ki Conrad kolumu
tuttu. “Bu akşam içeyim deme,” diye uyardı. “Senin içki içmene
izin verirsem annem beni öldürür.”
Kolumu kurtardım. “Bana bir şey için izin verecek değilsin.”
“Haydi ama. Lütfen.”
“Bakarız,” diyerek ondan uzaklaşıp ateşe doğru yürüdüm.
Zaten içmek istediğimden de emin değildim. Clay’i bir gece
önce içerken görmüş olsam da ben yine de marşmelovları gör­
meyi beklemiştim.

Kutlama ateşine gitmek teoride güzeldi ama gerçekten orada
bulunmak farklıydı. Jeremiah, kırmızı, beyaz ve mavi bir bikini
üstüyle altına kot etek giymiş bir kızla konuşuyor, Conrad da
Clay ve tanımadığım bazı çocuklarla sohbet ediyordu. Dün gece
o kadar flört eden Clay’in en azından gelip merhaba demesini
diledim ama bunu yapmadı. Eli bir kızın sırtındaydı.
Yalnız başıma ateşin yanında durup ellerim üşümediği hâlde
onları ısıtıyormuş gibi yaptım. İşte o zaman onu gördüm. O da
yalnız başına durmuş, bir şişe su içiyordu. O da kimseyi tanımı­
yor gibiydi çünkü tek başına duruyordu. Benim yaşlarımda gö­
rünüyordu. Ama çocukta güvenilir ve rahatlatıcı bir şeyler vardı;
sanki benden küçük olmamasına rağmen öyleymiş gibi bir his.
O hissin ne olduğunu anlamak için ona birkaç kere bakmam
gerekti. Sonunda buldum.
Olay, kirpikleriydi. O kadar uzundular ki neredeyse elmacık
kemiklerine değeceklerdi. Tabii elmacık kemikleri biraz yuka­
rıdaydı ama yine de kirpikleri çok uzundu. Aynı zamanda alt
dişleri de hafifçe öndeydi. Cildi pürüzsüz ve dondurmanın üze­
rine koyduğunuz Hindistan cevizi rengindeydi. Yanağıma do­
kundum ve güneşin iki gün önce orada çıkan sivilceyi kurutmuş
olmasına sevindim. Çocuğun cildi kusursuzdu. Bana göre her
şeyi mükemmeldi. Uzun boyluydu, Steven, Jeremiah hatta belki
Conrad’dan bile uzundu. Yarı beyaz yarı Japon ya da Koreli gibi
duruyordu. O kadar hoştu ki yeteneğim olmamasına rağmen
yüzünün resmini çizebilirmişim gibi hissettim.
Çocuk beni ona bakarken yakalayınca bakışlarımı kaçırdım.
Sonra ona tekrar baktım ve o tekrar beni yakaladı. Elini kaldırdı
ve belli belirsiz salladı.
1 0 2

Yanaklarımın alev aldığını hissedebiliyordum. “Merhaba,”
demekten başka yapabilecek bir şeyim yoktu. Ona yürüdüm,
elimi uzattım ve anında buna pişman oldum. Artık el sıkışan
mı vardı?
Çocuk elimi tutup sıktı, tik başta bir şey demedi. Bir şey
çıkarmaya çalışıyormuş gibi bana baktı. Sonunda, “Tanıdık ge­
liyorsun,” dedi. v
Gülümsememeye çalıştım. Barlarda erkekler kızlara asılırken
böyle demezler miydi? Beni yeni puantiyeli bikinimle sahilde
görüp görmediğini merak ettim. Onu sadece bir kere giyebilme
cesaretini göstermiştim ama belki de çocuğun beni fark etmesi­
ne o bikini neden olmuştu. “Belki beni sahilde görmüşsündür?”
Çocuk başını salladı. “Hayır... Orada değil.”
O zaman sebep bikini değildi. Tekrar denedim. “Belki de
dondurmacı Scoops’da?”
“Hayır, o da değil.” Hemen sonra, sanki kafasında bir ampul
yanmış gibi aniden gülümsedi. “Latince dersi alıyor musun?”
Nasıl yani? “Şey... Evet.”
“Hiç Washington’daki Latin toplantısına gittin mi?”
“Evet,” dedim. Kimdi bu çocuk?
Çocuk tatmin olmuş bir şekilde başını salladı. “Ben de git­
tim. Sekizinci sınıfta, değil mi?”
“Evet...” Sekizinci sınıfta diş tellerim vardı ve gözlük takıyor­
dum. Beni o zamandan tanımasından nefret ettim. Neden beni
şimdiden, puantiyeli bikinimden tanımamıştı ki?
“Seni oradan tanıyorum. Burada durmuş, bunu çıkarmaya
çalışıyordum.” Sırıttı. “Benim adım Cam. Ama Latince adım
Sextus. Salve.”
1 0 3

Birden göğsümden sanki kabarcıklar havalanmış gibi oldu
ve kıkırdadım. Doğrusu komikti bu. “Salve. Ben de Flavia’yım.
Yani Belly. Aslında adım Isabel ama herkes bana Belly der.”
“Neden ki?” Gerçekten nedenini öğrenmek istermiş gibi ba­
kıyordu.
“Babam bana küçükken böyle hitap ederdi. Isabel isminin
çok uzun olduğunu düşünürdü,” diye açıkladım. “Herkes hâlâ
bana Belly der. Aptalca.”
Çocuk son kısmı duymazdan gelip “O zaman neden Izzy de­
mediler? Ya da Belle?”
“Bilmem. Belly jelibonlarını çok sevdiğimden herhalde.
Babamla hep bu oyunu oynardık. O bana kendimi nasıl his­
settiğimi sorardı ben de ona jelibon aromalarından biriyle ce­
vap verirdim. Mesela, kendimi iyi hissediyorsam erik derdim...”
Sesim kısıldı. Heyecanlandığım zamanlar kelimeleri ağzımda
gevelemeye başlardım. Belly isminden, muhtemelen gerçek bir
isim bile olmamasından ötürü her zaman nefret etmiştim. Bir
çocuk takma adıydı bu, gerçek bir isim değildi. Isabel ise egzotik
bir kız ismiydi, Fas ya da Mozambik gibi yerlere gitmiş, bütün
sene boyunca kırmızı oje süren ve koyu renk kâkülleri olan bir
kızın adı gibiydi. Belly, tombik çocukları ya da askılı atlet giyen
adamları çağrıştırıyordu.
“Her neyse, Izzy isminden nefret ediyorum, keşke insanlar
bana Belle dese. Çok daha güzel bir isim.”
Cam başını salladı. “Anlamı da öyle. Güzel demek.”
“Biliyorum,” dedim. “İleri Fransızca dersi alıyorum.”
Cam bunun üzerine Fransızca bir şeyler söyledi ama o kadar
hızlı konuştu ki hiçbir şey anlamadım.
1 0 4

PKu8[DIDD chap11.xhtml Bölüm 12

Bölüm 12

“Ne?” dedim. Kendimi aptal gibi hissettim. Sınıf dışında
Fransızca konuşmak çok utanç vericiydi. Fiilleri türetmek ayrı,
gerçek bir Fransız’la konuşmak apayrı bir şeydi.
“Büyükannem Fransız’dır,” dedi. “Çocukluğum Fransızca
konuşarak geçti.”
“Ya.” Şimdi ileri Fransızca dersi almakla övünmüş olduğum
için kendimi aptal gibi hissetmiştim.
“Biliyorsun, v aslında w gibi telaffuz edilmeli.”
“Ne?”
“Flavia’daki gibi. Fla-wia diye okunmalı.”
“Tabii ki bunu biliyorum,” diye çıkıştım. “Hitabette ikinci­
lik aldım. Ama Flawia kulağa kötü geliyor.”
Cam, övünüyormuş gibi konuşmamaya çalışarak “Ben de
birinci olmuştum,” dedi. Siyah gömlekli, çizgili kravatlı bir
oğlanın, konuşmada herkesi geride bırakarak birinci olduğunu
hatırladım birden. O çocuk, Cam’di. “Kötü olduğunu düşünü­
yorsan neden o ismi seçtin?”
İç çektim. “Çünkü Cornelia ismi alınmıştı. Herkes Cornelia
olmak istemişti.”
“Evet, herkes Sextus da olmak istemişti.”
“Neden?” dedim ve anında bunu sorduğuma pişman oldum.
“Hım. Boş ver.”
Cam güldü. “Sekizinci sınıfın erkeklerinin espri anlayışı pek
de gelişmiş sayılmaz.”
Ben de güldüm. Sonra, “Buralarda bir evde mi kalıyorsun?”
diye sordum.
“İki blok aşağıdaki evi kiralıyoruz. Annem bir şekilde beni
gelmeye zorladı diyebiliriz,” diyen Cam, bilerek başını kaşıdı.
1 0 5

“Hımmm,” dedim ve hımmm demeyi kesmeyi diledim ama
başka bir şey aklıma gelmiyordu.
“Peki sen? Sen neden buradasın Isabel?”
Gerçek ismimi kullanması beni şaşırtmıştı. Ağzından öylece
çıkmıştı. Okulun ilk günündeymiş gibi hissettim kendimi ama
bu hoşuma gitti. “Bilmiyorum,” dedim. “Sanırım Clay beni da­
vet ettiği için.”
Ağzımdan çıkan her şey çok klişe geliyordu. Bir nedenden
ötürü, bu çocuğu etkilemek istiyordum. Benden hoşlanmasını
istiyordum. Beni ve söylediğim aptalca şeyleri değerlendirdiğini
hissedebiliyordum. Ona, ben de akıllıyım, demek istiyordum.
Kendi kendime, her şeyin yolunda olduğunu, akıllı olup olma­
dığımı düşünmesinin bir önemi olmadığını söylüyordum. Ama
önemliydi.
Cam suyunu bitirerek “Sanırım birazdan ayrılacağım,” dedi.
Bana bakmadan, “Seni bırakmamı ister misin?” dedi.
“Hayır,” dedim. Erkenden ayrılacak olmasının yarattığı ha­
yal kırıklığından kurtulmaya çalışıyordum. “Ben şuradaki ço­
cuklarla geldim,” diyerek Conrad ile Jeremiah’yı işaret ettim.
Başını salladı. “Ağabeyinin buraya bakıp durmasından bunu
tahmin etmiştim.”
Neredeyse boğuluyordum. “Ağabeyim mi? Kim? O mu?”
Conrad’ı işaret ettim. Bize bakmıyordu. Red Sox şapkası giymiş
sarışın bir kızı süzüyordu ve kız da ona bakıyordu. Conrad gü­
lüyordu, ki normalde hiç gülmezdi.
“Evet.”
“O benim ağabeyim değil. Öyleymiş gibi davranmaya çalışı­
yor ama değil,” dedim. “O herkesin ağabeyi olduğunu düşünü­

yor. Patronluk taslar hep... Hem neden bu kadar erken gidiyor­
sun? Havai fişekleri kaçıracaksın.”
Cam utanmış gibi boğazını temizledi. “Şey, aslında eve gidip
biraz çalışacaktım.”
“Latince mi?” Kıkırdamamak için elimi ağzıma götürdüm.
“Hayır, balinalar üzerine çalışıyorum. Balina gözlemi yapan
bir teknede staj yapmak istiyorum ve önümüzdeki ay balinalarla
ilgili bir sınava girmem gerekiyor,” deyip tekrar başını kaşıdı.
Vay, bu çok havalı, dedim içimden. Erkenden ayrılmamasını
diledim. Gitmesini istemiyordum. îyi biriydi. Onun yanında
kendimi Parmak Kız gibi hissediyordum; küçük ve narin. O
kadar uzun boyluydu. Eğer giderse yalnız kalacaktım. “Belki se­
ninle gelirim. Burada bekle. Hemen geri geleceğim.”
Conrad’a doğru hızla yürürken, kumları arkamdan savuru­
yordum. Nefessiz bir şekilde, “Ben eve döneceğim,” dedim.
Sarışın Red Sox kızı beni baştan aşağı inceledi. “Merhaba,”
dedi.
Conrad, “Kiminle?” dedi.
Cam’i işaret ettim. “Onunla.”
Conrad kesin bir dille, “Tanımadığın biriyle eve dönemez­
sin,” dedi.
“Onu tanıyorum. O Sextus.”
Conrad gözlerini kıstı. “Seks ne?”
“Boş ver. Adı Cam, balinalar üzerine çalışıyor ve sen eve
kiminle döneceğime karar veremezsin. Ben sadece kibarlıktan
sana haber veriyordum. Senden izin istemiyordum.” Ardından
yürüyerek uzaklaşmaya davrandım ama Conrad bileğime ya­
pıştı.
1 0 7

“Ne üzerinde çalıştığı umurumda değil. Böyle bir şey olma­
yacak,” diye sakin bir tonda cevap verdi ama bileğimi sıkı tutu­
yordu. “Eğer dönmek istiyorsan seni ben bırakırım.”
Derin bir nefes aldım. Sakinliğimi korumalıydım. Bunca
insanın önünde bana bebek muamelesi yapmasına izin verme­
yecektim. Tekrar uzaklaşmaya çalışarak “Hayır, teşekkürler,”
dedim ama Conrad gitmeme izin vermedi.
“Zaten erkek arkadaşın olduğunu sanıyordum?” Ses tonu
alaycıydı, geçen geceki yalanımı anlamış olduğunu tahmin
ettim.
Yüzüne bir avuç kum atmayı çok istedim. Bileğimi tutuşun­
dan kurtarmaya çalıştım. “Bırak beni! Canım acıyor!”
Conrad yüzü kıpkırmızı hâlde hemen elimi bıraktı. Bileğim
gerçekten acımamıştı ama onu, beni herkesin önünde utandır­
dığı gibi utandırmak istemiştim. Yüksek sesle, “İçki içmiş bi­
riyle eve dönmektense bir yabancıyla dönmeyi tercih ederim,”
dedim.
Conrad, “Sadece bir bira içtim,” diye çıkıştı. “Ben nere­
deyse seksen kiloyum. Bir yarım saat bekle, seni götürürüm.
Şımarıklık yapmayı kes.”
Göz kapaklarımda biriken yaşları hissedebiliyordum. Cam
izliyor mu diye görmek için omzumun üzerinden geriye baktım.
İzliyordu. “Sen bir hıyarsın,” dedim.
Conrad bana soğuk gözlerle bakarak “Sen de dört yaşında­
sın,” dedi.
Uzaklaşırken kızın, “Kız arkadaşın mı?” deyişini işittim.
Hemen arkamı döndüm ve ikimiz aynı anda, “Hayır!” diye
yanıtladık.

Kız kafası karışmış hâlde, sanki ben orada durmuyormuşum
gibi, “Kız kardeşin mi o zaman?” dedi. Parfümü de ağırdı.
Sanki etrafımızdaki tüm havayı kaplıyordu ve onu içimize
çekiyorduk.
“Hayır, ben onun kız kardeşi değilim.” Bütün bunlara şahit
olduğu için bu kızdan nefret ediyordum. Çok aşağılayıcıydı. Kız
aynen Taylor gibi hoştu, ki bu işleri daha da kötü yapıyordu.
Conrad, “Annesi annemin en iyi arkadaşı,” dedi. Yani onun
gözünde sadece bu muydum? Annesinin arkadaşının kızı?
Derin bir nefes alıp düşünmeden kıza, “Conrad’ı kendimi
bildim bileli tanırım. Yanlış kapıyı çaldığını sana söyleyebilirim.
Conrad asla kimseyi kendini sevdiği gibi sevmez, ne demek is­
tediğimi anlarsın...” dedim. Elimi kaldırıp parmaklarımı oy­
nattım.
Conrad, “Kapa çeneni Belly,” diye uyardı beni. Kulaklarının
uçları parlak kırmızıya dönüyordu. Belden aşağı vurmuştum
ama umurumda değildi. Hak etmişti.
Red Sox kızı kaşlarını çattı. “Neden bahsediyor Conrad?”
Kıza dönerek “A, kusura bakma, yoksa yarılı§ kapıyı çalmak
deyiminin anlamını bilmiyor musun?” diye çıkıştım.
Kızın güzel yüzü çarpıldı. “Seni küçük sürtük.”
Kendimi yerin dibine geçmiş gibi hissettim. Keşke lafımı geri
alabilseydim. Daha önce hiçbir kızla ya da biriyle kavgaya gir­
memiştim.
Neyse ki o sırada Conrad araya girdi ve şölen ateşini gösterdi.
“Belly, oraya geri git, ve gelip seni almamı bekle,” dedi sertçe.
O an Jeremiah araya girdi. “Hey, hey, neler oluyor?” diye
rahat, şapşal tarzıyla gülümseyerek sordu.

“Ağabeyin bir hödük,” dedim. “Olan bu.”
Jeremiah kolunu bana doladı. Bira kokuyordu. “Birbirinize
kibar olun, duydunuz mu?”
Onun kolundan kurtuldum. “Ben kibarım. Sen onu ağabe­
yine söyle.”
Kız, “Bir dakika, siz de mi kardeşsiniz?” diye sordu.
Conrad, “O çocukla buradan ayrılmayı düşünme,” dedi.
Jeremiah, “Con, sakinleş,” dedi. “O gitmiyor. Değil mi
Belly?”
Jeremiah bana bakınca, dudaklarımı büzüp başımı salladım.
Ardından Conrad’a elimden gelen en pis bakışla bakıp oradan
uzaklaştım. Kızın uzanıp saçımı çekemeyeceği noktaya gelince,
ona da bir tane ters bakış attım. Omuzlarımı dik tutmaya çalı­
şıp ateşe doğru yürürken, kendimi doğum gününde azarı yemiş
bir çocuk gibi hissediyordum. Bir çocuk gibi davranılmak adil
değildi. Bahse girerim, o kızla aynı yaştaydım.
Cam, “Tüm bunlar da neydi?” diye sordu.
Gözyaşlarımla boğuşurken, “Haydi gidelim,” dedim.
Cam omzunun üzerinden Conrad’a bakarak tereddüt etti.
“Bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum Flavia. Ama burada
seninle biraz daha kalıp takılacağım. Balinalar bekleyebilir.”
O an içimden onu öpmek geldi. Conrad’ı tanıdığımı unutup
sadece orada olmak, o anın büyüsünde kalmak istiyordum. İlk
havai fişek, üstümüzde bir yerde patladı. Sesi yüksek sesle öten
bir çaydanlığa benziyordu. Altın rengiydi ve başımızın üzerine
yağan konfetiler gibi, milyonlarca altın rengi beneğe dönüştü.
Ateşin yanında oturduk. Cam bana balinalardan bahseder­
ken ben de ona Fransızca kulübünün sekreteri olduğum ve en
' 1 1 0

sevdiğim yiyeceğin domuz sandviçi olduğu gibi aptalca şeyler­
den bahsettim. Bana vejetaryen olduğunu söyledi. Orada bir
saat oturmuş olmalıyız. Tüm bu süre boyunca Conrad’ın bizi
izlediğini hissedebiliyor ve ona hareket çekmemek için kendimi
zor tutuyordum -onun kazanmasından nefret ederdim.
Hava soğumaya başladığında kollarımı ovuşturdum ve Cam
de kapüşonlu süveterini çıkarıp bana verdi. Rüyamın gerçek­
leşmesi gibi bir şeydi; üşümüştüm ve bir çocuk, kapüşonlu-
sunu giydiği için yanımda övünmek yerine, onu çıkarıp bana
vermişti.
Cam’in tişörtünün üzerinde JİLET GİBİ yazıyordu ve er­
keklerin tıraş olduğuna benzer bir tıraş bıçağı resmi vardı.
Kapüşonlusunun fermuarını çekerken, “Bu ne anlama geliyor?”
diye sordum. Kapüşonlusu sıcaktı ve erkek gibi kokuyordu ama
kötü anlamda değil.
Cam, “Ben jilet gibi temizim,” dedi. “Alkol ya da uyuşturucu
almam. Eskiden daha da ileri gidip hastalık için bile ilaç almaz,
kafeinli içecekler içmezdim ama buna son verdim.”
“Neden?”
“Neden mi tam bir fanatiktim, yoksa neden mi buna son
verdim?”
“İkisi de.”
“Ben bedenini doğal olmayan şeylerle kirletmeye inanmam,”
dedi. “Buna son verdim çünkü annem kafayı yiyordu. Hem Dr.
Pepper içmeyi de gerçekten özledim.”
Ben de Dr. Pepper içmeyi severdim. İçki içmediğime se­
vinmiştim. Benim hakkımda kötü düşünmesini istemezdim.
Benim de onun gibi insanların ne düşündüğünü önemsemeyen
1 1 1

havalı biri olduğumu düşünmesini istiyordum. Onun arkadaşı
olmak istiyordum. Aynı zamanda onu öpmek de istiyordum.
Cam biz oradan ayrılırken gitti. Jeremiah’nın bana doğru
geldiğini görür görmez kalktı. “Görüşürüz Flavia,” dedi.
Kapüşonlusunun fermuarını açmaya başlamıştım. “Sorun
değil. Bana daha sonra verirsin,” dedi.
Telefonunu almak için elimi uzatarak “Sana numaramı ve­
reyim,” dedim. Daha önce hiçbir oğlana numaramı vermemiş­
tim. Numaramı telefona kaydederken, bunu önerdiğim için
kendimle gurur duydum.
Cam gerileyerek telefonu cebine koydu. “Numaran olmasa
da kapüşonlumu geri almanın yolunu bulurdum, ben akıllıyım,
unuttun mu? Hitabette birincilik,” dedi.
O uzaklaşırken gülümsememeye çalıştım. “O kadar da akıllı
değilsin,” diye arkasından seslendim. Tanışmamız kader gibiy­
di. Başıma gelen en romantik şey gibiydi ve gerçekten öyleydi.
Conrad’ın, Red Sox kızıyla vedalaştığını gördüm. Kız ona
sarıldı. O da kıza sarıldı ama pek de samimi bir şekilde değil. Az
da olsa gecesini mahvedebilmiş olmaktan memnundum.
Arabaya doğru yürürken bir kız beni durdurdu. Sarıya ça­
lan kumral saçlarını iki yanına toplamıştı ve pembe, dekolte­
li bir bluzu vardı. Kız bana üstünkörü bir tavırla, “Cam’den
hoşlanıyor musun?” diye sordu. Kızın onu nereden tanıdığını
merak ettim, Cam’in de benim gibi kimseyi tanımadığını dü­
şünmüştüm.
Kıza, “Onu çok az tanıyorum,” dedim ve kızın ifadesi gev­
şedi. Rahatlamıştı. Gözlerindeki bu bakışı tanıdım; hayalperest
ve umut doluydu. Conrad ile ilgili konuştuğumda, sohbetlere
1 1 2

onun adını katmaya çalıştığımda ben de böyle bakıyor olmalıy­
dım. Kız için, kendim için üzüldüm.
Kız birdenbire, “Nicole’un seninle konuşma şeklini gör­
düm,” dedi. “Ona aldırma. Kişilik olarak beş para etmez.”
“Red Sox kızı mı? Evet, kişilik olarak beş para etmez gibi,”
diye katıldım. Ardından ona el salladım. Jeremiah, Conrad ve
ben arabaya yürüdük.
Arabayı Conrad kullandı. Tamamen ayıktı ve baştan beri
öyle olduğunu biliyordum. Cam’in kapüşonlusuna baktı ama
bir şey demedi. Birbirimizle bir kere bile konuşmadık. Jeremiah
ile birlikte arka koltukta oturduk. Jeremiah şakalar yapmaya ça­
lıştı ama kimse gülmedi. O gece olanları düşünüp her detayı ha­
tırlamakla çok meşguldüm. Kendi kendime, bunun hayatımın
en güzel gecesi olabileceğini düşündüm.
Bir sene önceki yıllığımda Sean Kirkpatrick benim için, göz­
leri o kadar berrak ki doğruca ruhunu görebiliyorum, yazmıştı.
Sean bir drama delisiydi ama ne fark ederdi. Yine de kendimi iyi
hissetmemi sağlamıştı. Yazıyı ona gösterdiğimde Taylor kıs kıs
gülmüştü. Diğer oğlanlar göğüslerime bakmakla meşgulken göz
rengimi yalnızca Sean Kirkpatrick’in fark edeceğini söylemişti.
Fakat şu an söz konusu olan Sean değil, Cam’di. Güzelleşmeden
önceden bile beni fark etmiş, gerçek bir çocuktu.
Yukarı banyoda dişimi fırçalıyordum ki Jereimiah içeri girip
kapıyı kapadı. Diş fırçasını alarak “Con ile aranızda ne oluyor?
Neden birbirinize bu kadar kızgınsınız?” diye sordu. Ardından
tezgâhın üzerine zıpladı.
Jeremiah insanların kavga etmesinden nefret ederdi. Her za­
man şaklabanlık yapmasının bir nedeni de buydu. Her durumu
1 1 3

hafifletmeyi üzerine görev edinmişti. Böyle olması tatlıydı ama
aynı zamanda biraz da sinir bozucuydu.
Ağzım diş macunuyla doluyken, “Çünkü o kendini haklı gö­
ren, ultra uyumsuz bir anti-sosyal,” dedim.
ikimiz de buna güldük. Aramızdaki şakalardan biriydi bu
ve ben se'kiz, o dokuz yaşındayken Kahvaltı Kulübü filminin bu
repliğini tekrar edip dururduk.
Jeremiah boğazını temizledi. “Cidden, ona bu kadar sert
davranma. Bazı şeyleri aşmaya çalışıyor.”
Benim için yeni haberdi bu. “Ne? Ne gibi?”
Jeremiah tereddüt etti. “Sana söylemek bana düşmez.”
“Haydi ama. Biz birbirimize her şeyi söyleriz Jere. Aramızda
gizli saklı yok, unuttun mu?”
Jeremiah gülümsedi. “Unutmadım. Yine de sana söyleye­
mem. Benim sırrım değil.”
Kaşlarımı çatarak musluğa döndüm. “Her zaman onun tara­
fını tutuyorsun,” dedim.
“Ben onun tarafını tutmuyorum, sadece onun tarafından
bahsediyorum.”
“Aynı şey.”
Jeremiah uzanıp ağzımın iki kenarını kaldırdı. Eski numara­
larından biriydi bu ve beni gülümsetirdi.
“Surat asmak yok Bells, unuttun mu?”
Surat asmak yok kuralı, Conrad ile Steven’ın bir yaz uydur­
duğu bir kuraldı. Sanırım o zaman sekiz ya da dokuz yaşınday­
dım. Bu kural da sadece benim için geçerliydi. Yatak odamın
kapısına bile bir yazı asmışlardı. Elbette onu yırtmış ve koşup
Susannah ile anneme söylemiştim. O akşam tatlıda ikinci tabağı

PKu8[cZM2M2 chap12.xhtml Bölüm 13

Bölüm 13

aldığımı hatırlıyorum. Yüzümü en ufak asmamda ya da üzül­
memde, oğlanlardan biri, “Surat asmak yok, surat asmak yok!”
diye bağırmaya başlardı. Tamam, belki de çok surat asıyordum
ama ancak bu şekilde istediğimi elde ediyordum. O zamanlar sa­
dece tek kız olmak, bazı açılardan zordu. Bazı açılardansa değil.

İ/U V M /
Bölüm
gece Cam’in kapüşonlusuyla uyudum. Gerçi aptalca ve
fazla romantikti ama umurumda değildi. Ertesi gün dı­
şarısı cayır cayır yanmasına rağmen kapüşonluyu dışarıda da
giydim. Kol kısımlarının yıpranmış olmasını, o kullanmışlık
hissini taşımasını çok sevmiştim. Bir oğlanın giyeceği tarzda
bir şey olduğunu belli ediyordu.
Cam bana bu şekilde ilgi gösteren ve benimle takılmak iste­
diğini açıkça belirten ilk çocuktu. Ve bundan da utanmıyordu.
Uyandığımda ona ev numarasını vermiş olduğumu fark et­
tim. Neden böyle yaptım, bilmiyordum. Gayet rahadıkla cep
telefonu numaramı da verebilirdim.
Telefonun çalmasını bekleyip durdum. Yazlıkta telefon ne­
redeyse hiç çalmazdı. Ev telefonundan arayan yegâne kişiler,
akşam yemeği için hangi balığı istediğimizi soran Susannah ya

da Steven’a havluları kurutucuya koymasını, ızgarayı yakmasını
söyleyen annem olurdu.
Verandada kaldım ve güneşlenip dergi okurken Cam’in ka-
püşonlusu da pelüş bir hayvan gibi top yapılmış bir hâlde kuca­
ğımda durdu. Pencereleri açık tuttuğumuz için, telefon çalarsa
onu duyacağımı biliyordum.
Üzerime bolca güneş kremi sürdükten sonra, onun üzerine
de iki kat bronzlaştırıcı yağ sürdüm. Bir çelişki miydi bu bilmi­
yordum ama ben sonradan pişman olmaktansa önlemimi alır­
dım. Eski bir su şişesine koyduğum vişneli su, bir radyo, güneş
gözlüğü ve dergilerle kendi düzenimi kurmuştum. Güneş göz­
lüğünü Susannah bana yıllar önce almıştı. Hediye almayı çok
severdi. Ne zaman dışarı çıksa eve elinde hediyelerle dönerdi.
Benim olması gerektiğini düşündüğü bu kırmızı kalpli güneş
gözlüğü gibi küçük hediyelerle gelirdi. Ne seveceğimi bilir, be­
nim bile aklıma gelmeyen ve almayı hiç düşünmediğim şeyler
alırdı bana. Lavantalı ayak kremi ya da mendil koymak için,
ipek, işli bir kese gibi şeyler.
Annemle Susannah o sabah erken saatte Dyerstown’a bir
sanat galerisi ziyaretine gitmişti ve Conrad da neyse ki erken­
den işe gitmek için evden çıkmıştı. Jeremiah hâlâ uyuyordu. Ev
bana kalmıştı.
Bronzlaşma fikri, teoride harika geliyordu. Uzanmak, güne­
şin altında içeceğimi yudumlamak, şişman bir kedi gibi uykuya
dalmak. Ama aslında bu iş tekdüze ve sıkıcıydı. Ve sıcak. Her
zaman, güneşin altına uzanıp terlemektense, bir okyanusta yü­
züp o şekilde yanmayı tercih ederdim. Hem ıslakken daha ça­
buk bronzlaştığınızı da söylerler.

Fakat o sabah başka seçeneğim yoktu. Cam arayabilirdi. Ben
de orada uzandım ve ızgaranın üzerindeki bir tavuk gibi ter dö­
küp cazırdadım. Çok sıkıcıydı ama buna mecburdum.
Saat onu biraz geçe telefon çaldı. Ayağa fırlayıp mutfağa koş­
tum. Nefessiz bir şekilde, “Alo?” dedim.
“Merhaba Belly. Ben Bay Fisher.”
“A, merhaba Bay Fisher,” derken sesimin çok da hayal kırık­
lığına uğramış gibi çıkmamasına çalıştım.
Boğazını temizledi. “Eee, nasıl gidiyor?”
“Oldukça iyi. Susannah şu an evde değil. Annemle birlikte
Dyerstown’a sanat galerisi ziyaret etmeye gittiler.”
“Anlıyorum... Oğlanlar nasıl?”
“İyi...” Bay Fisher’a ne diyeceğimi hiç bilemezdim. “Conrad
işte ve Jeremiah da hâlâ uyuyor. Onu uyandırmamı ister misiniz?”
“Hayır, hayır, önemli değil.”
Uzun bir sessizlik oldu ve ben de diyecek bir şeyler düşün­
meye çalıştım.
“Şey, bu hafta sonu geliyor musunuz?” diye sordum.
Bay Fisher, “Hayır, bu hafta sonu gelemem,” dedi. Sesi san­
ki çok uzaklardan gelmişti. “Ben daha sonra tekrar ararım. İyi
eğlenceler Belly.”
Telefonu kapadım. Bay Fisher bu yaz Cousins’a bir kez dâhi
gelmemişti. Genelde 4 Temmuz sonrasındaki hafta sonu gelirdi
çünkü tatilden sonra işten uzaklaşmak daha kolaydı. Geldiğinde
tüm hafta sonu boyunca ızgarayı yakar ve üzerinde “En İyisini
Şef Bilir” yazan önlüğü giyerdi. Susannah’nın, Bay Fisher’m
gelmeyeceğini öğrenince üzülüp üzülmeyeceğini, oğlanların
bunu umursayıp umursamayacaklarını merak ettim.
1 1 R

Şezlonguma ve güneşe geri döndüm. Şezlongda uyuyakaldım
ve Jeremiah göbeğime vişne suyu sıçratınca uyandım. Huysuz
bir şekilde, “Kes şunu,” diyerek doğruldum. Ekstra şekerli viş­
ne suyum beni susatmıştı, her zaman iki kat şekerli yapardı.
Kendimi susuz kalmış ve terli hissediyordum.
Jeremiah gülüp şezlonguma oturdu. “Tüm gündür bunu mu
yapıyorsun?”
Karnımı sildim. Sonra da elimi onun şortuna silerek “Evet,”
dedim.
“Sıkıcı olma, gel benimle bir şeyler yap,” diye emretti. “Bu
akşama kadar çalışmama gerek yok.”
“Bronzluğum üzerine çalışıyorum,” dedim.
“Yeterince bronzsun.”
“Araba kullanmama izin verir misin?”
Jeremiah bir an tereddüt etti. “Tamam. Ama önce duş alma­
lısın. Koltuğumu yağ içinde bırakmanı istemem.”
Ayağa kalkıp yağlı saçlarımı yukarıdan atkuyruğu yaptım.
“Hemen geliyorum, beni bekle.”
Jeremiah klimayı sonuna kadar açmış hâlde beni arabada
bekledi.
Sürücü tarafına geçerek “Nereye gidiyoruz?” diye sordum.
Kendimi usta bir şoför gibi hissediyordum. “Tenessee? New
Mexico? Uzağa gitmemiz lazım ki bana iyi pratik olsun.”
Jeremiah gözlerini kapayıp arkasına yaslandı. “Yola çık ve
sola sap,” dedi.
“Emredersiniz,” diyerek klimayı kapayıp tüm camları açtım.
Camlar açıkken araba kullanmak çok daha güzeldi. Gerçekten
bir yere gidiyormuşsunuz hissi veriyordu.
1 1 Ç

Jeremiah bana direktifler vermeye devam etti ve Go Kart ala­
nına vardık. “Ciddi misin?”
Jeremiah sırıtarak “Sana biraz araba kullanma pratiği yaptı­
racağız,” dedi.
Arabalar için sırada bekledik. Sıramız geldiğinde orada duran
çocuk bana mavi olana binmemi söyledi. Ben de, “Onun yerine
kırmızı olana binsem olmaz mı?” diye sordum.
Çocuk bana göz kırparak “O kadar güzelsin ki sana kendi
arabamı bile kullandırırdım,” dedi.
Kızardığımı hissedebiliyordum ama hoşuma gitmişti. Çocuk
benden büyüktü ama bana ilgi gösteriyordu. Gerçekten de ina­
nılmazdı. Onu bir önceki yaz da orada görmüştüm ve o zaman
bana bir kez olsun bakmamıştı.
Jeremiah yanımdaki arabaya binerek “Çocuk amma sulu,
doğru düzgün bir işe girmesi lazım,” diye söylendi.
“Sanki cankurtaranlık gerçek bir iş mi?” diye ona cevap ya­
pıştırdım.
Jeremiah kaşlarını çattı. “Sen sür sadece.”
Arabamla her tur atışımda, orada duran çocuk bana el salla­
dı. Üçüncü sefer el salladığında, ben de ona karşılık verdim
Jeremiah’nm işe gitme vakti gelene dek pistte birkaç daha
kez arabaya bindik.
Jeremiah ensesini ovalayarak “Sanırım bugün için yeterince
araba kullandın,” dedi. “Eve ben sürerim.”
Onunla tartışmadım. Jeremiah eve doğru giderken arabayı
hızlı kullandı ve beni evin kaldırım kenarında bırakıp işe gitti.
Eve kendimi çok yorgun ve bronz hissederek girdim. Aynı za­
manda da tatmin olmuş.

Annem, “Seni Cam diye bir çocuk aradı,” dedi. Kemik çer­
çeveli gözlüklerini takmış, mutfak masasının başında oturmuş,
gazetesini okuyordu. Başını kaldırmadı.
Elimle gülümsememi örterek “Öyle mi?” dedim. “Şey, nu­
marasını bıraktı mı?”
Annem, “Hayır,” dedi. “Tekrar arayacağını söyledi.”
“Neden numarasını almadın ki?” dedim ve bunu söylerken
sesimin mızmız çıkmasından hiç hoşlanmadım ama konu an­
nem olunca kendime engel olamıyordum.
İşte o an annem, kafası karışmış bir şekilde bana baktı.
“Bilmem. Telefonunu vermeyi önermedi. Hem o da kim?”
“Unut gitsin,” diyerek biraz limonata almak için buzdolabı­
na yürüdüm.
Annem gazetesine dönerek “Sen bilirsin,” dedi.
Olayı öğrenmek için bastırmadı. Hiç yapmazdı bunu. En
azından Cam’in numarasını alabilirdi. Eğer onun yerine aşağıda
Susannah olsaydı şakır gibi konuşur ve ona her şeyi anlatana dek
bana takılırdı. Ben de mutlulukla anlatırdım.
“Bu sabah Bay Fisher aradı,” dedim.
Annem tekrar başını kaldırdı.
“Ne dedi?”
“Pek bir şey demedi. Bu hafita sonu gelemeyeceğini söyledi.”
Annem dudaklarını büzdü ama bir şey söylemedi.
“Susannah nerede?” diye sordum. “Odasında mı?”
“Evet ama kendini pek iyi hissetmiyor. Kestiriyor,” dedi an­
nem. Bir başka deyişle, yukarı pkıp onu rahatsız etme.
“Nesi var?”
Annem otomatik şekilde, “Üşüttü,” dedi.

Annem feci bir yalancıydı. Susannah odasında uzun zaman­
lar geçirmeye başlamıştı ve önceden olmayan bir hüzün vardı
üzerinde. Bir şeyler olduğunu biliyordum. Sadece ne olduğun­
dan tam emin değildim.
1 2 2

TT
^ İ/U V U y I^Ç Â U v Caİ / Bölüm
Q ^ am ertesi akşam ve ondan sonraki akşam aradı. Onunla
tekrar buluşmadan önce, telefonda yaklaşık dörder beşer
saat olmak üzere iki kez konuştuk. Konuştuğumuzda veranda­
daki şezlonglardan birine uzanmış ve ayak parmaklarım havaya
dikili, aya bakıyordum. O kadar çok gülüyordum ki Jeremiah
penceresinden sesimi alçaltmam için bana bağırmıştı. Her şey­
den konuşuyorduk ve buna bayılıyordum ama tüm o süre bo­
yunca da beni tekrar ne zaman görebileceğini sorup sormayaca­
ğını merak ediyordum. Nitekim sormadı.
O nedenle işleri kendi kontrolüme almam gerekti. Cam’i
bize video oyunu oynamaya ve isterse de yüzmeye davet ettim.
Sanki bu her zaman yaptığım bir şeymiş gibi, onu arayıp da­
vet ederken kendimi özgür bir kadın gibi hissettim. Onu çağı­
rırken, kimsenin evde olmayacağını biliyordum. Cam’i henüz
1 2 3

Jeremiah ile Conrad’ın ya da annemle Susannah’nın görmesini
istemiyordum. Şimdilik sadece benim olacaktı.
Telefonda, “Ben gerçekten iyi yüzerim. Yarışırsak seni yendi­
ğimde bozulma,” dedim.
Cam gülerek “Serbest stilde mi?” diye sordu.
“Her stilde.”
“Neden kazanmayı bu kadar çok seviyorsun?”
Kazanmanın eğlenceli olduğu, herkesin kazanmayı sevdiğini
söylemek dışında bir cevabım yoktu. Steven’la büyümek, yazla­
rımı Jeremiah ve Conrad ile geçirmek, kazanmayı hep önemli
kılmıştı. Bir kız olduğum ve bir şeyi kazanmam beklenmediği
için de galibiyet iki katı önemli olmuştu. Zafer, kaybetmesi bek­
lenen kişi olduğunuzda, bin kat daha tatlıydı.
Cam eve geldi. Arabasıyla eve yanaşırken onu penceremden
izledim. Arabası deniz mavisiydi ve sahiplenmeyi planladığım
kapüşonlusu gibi, eski ve hırpalanmış görünüyordu. Tıpkı onun
kullanacağı bir arabaya benziyordu.
Cam kapı zilini çaldı. Kapıyı açmak için merdivenlerden
aşağı uçarak indim. “Merhaba,” dedim. Onun kapüşonlusunu
giyiyordum.
Cam bana gülümseyerek “Benim kapüşonlumu giyiyorsun,”
dedi. Hatırladığımdan da uzundu.
“Onu geri vermemeyi düşünüyordum,” deyip onu içeri da­
vet ettikten sonra kapıyı ardından kapadım. “Ama bedavaya al­
mayı da beklemiyorum. Onun için seninle yarışacağım.”
Cam bir kaşını kaldırarak “Ama yarışırsak, seni yendiğim
için bana bozulma,” dedi. “O benim en sevdiğim kapüşonlum.
O yüzden, kazanırsam onu geri alırım.”
1 2 4

PKu8[kEE chap13.xhtml Bölüm 14

Bölüm 14

“Sorun değil,” dedim.
Havuza
arka
kapıdan
çıkıp
merdivenlerden
indik.
Düşünmeden çabucak şortumu, tişörtümü ve kapüşonlumu
çıkardım. Jeremiah ile her dakika havuzda yarışırdık. Cam’in
önünde bikiniyle kalma düşüncesi beni utandırmamıştı. Ne de
olsa o evde bütün yazı mayolarımız içinde geçirirdik.
Cam çabucak bakışlarını kaçırıp tişörtünü çıkardı. Kenarda
durarak “Hazır mısın?” dedi.
Onun yanına yürüdüm. Ayağımı suya sokarak “Bir tam tur
mu?” dedim.
“Tabii,” dedi. “Önden başlamak ister misin?”
Homurdandım. “Sen önden başlamak ister misin?”
Cam sırıtarak “Tuş,” dedi.
Daha önce hiçbir erkeğin, tuş deyişini duymamıştım. Daha
doğrusu kimsenin böyle dediğini duymamıştım. Belki annem
bunu derdi. Ama Cam’de güzel durmuştu. Farklıydı.
îlk yarışı kolaylıkla kazandım. “Kazanmama izin verdin,”
diye suçladım onu.
“Hayır, vermedim,” dedi ama yalan söylediğini biliyor­
dum. Tüm yaz boyunca, yaptığımız her yarışta, hiçbir erkek,
ne Conrad ne Jeremiah ne de Steven kazanmama izin vermişti.
“Bu sefer elinden gelenin en iyisini yapsan iyi olur,” diye onu
uyardım. “Yoksa kapüşonlu benimdir.”
Cam gözüne giren saçları çıkararak “Uç turun ikisinde birin­
ci olan,” dedi.
O bir sonraki yarışı kazanırken ben de sonuncusunu kazan­
dım. Kazanmama izin verip vermediğinden emin değildim.
Sonuçta, çok uzun boylu olduğundan, bir kulacı benim iki
1 7 S

kulacım kadardı. Fakat kapüşonluyu vermek istemiyordum bu
yüzden galibiyetimi sorgulamadım. Ne de olsa zafer zaferdi.
Cam’in eve dönmesi gerektiğinde onu arabasına kadar geçir­
dim. Hemen arabaya binmedi, inanılmazdı ama ilk defa uzun bir
duraksama olmuştu aramızda. Cam boğazını temizledi. “Kinsey
diye bir tanıdığım yarın bir parti veriyor. Gelmek ister misin?”
Hemen, “Tabii,” dedim, “isterim.”
Cam’in davetinden ertesi sabah kahvaltıda bahsetme hata­
sında bulundum. Annemle Susannah alışverişteydiler. Yazın
büyük kısmında olduğu gibi, sadece benle oğlanlar vardık.
Kısmen bunu yüksek sesle dile getirmek, kısmen de övünmek
için, “Yarın akşam bir partiye gidiyorum,” dedim.
Conrad kaşlarını kaldırdı. “Sen mi?”
Jeremiah, “Kimin partisi?” dedi. “Kinsey’in mi?”
içeceğimi masaya bıraktım. “Sen nereden biliyorsun?”
Jeremiah gülerek parmağını bana salladı. “Ben Cousins’daki
herkesi tanırım Belly. Ben bir cankurtaranım. Bu belediye baş­
kanı olmak gibi bir şey. Greg Kinsey, alışveriş merkezindeki sörf
dükkânında çalışıyor.”
Conrad kaşlarını çatarak “Greg Kinsey, bagajında kristal me-
tamfetamin satan çocuk değil mi?”
“Ne? Hayır. Cam öyle biriyle arkadaş olamaz,” dedim, he­
men savunurcasına.
Jeremiah, “Cam kim?” diye sordu.
“Clay’in kutlama ateşinde tanıştığım o çocuk. Benden onun­
la o partiye gelmemi rica etti, ben de kabul ettim.”
Conrad, “Kusura bakma ama bir uyuşturucu bağımlısının
partisine gitmiyorsun,” dedi.
1 2 6

Conrad’ın bana ne yapacağımı ikinci kez söylemesiydi ve
ben de bundan sıkılmıştım. Kim olduğunu sanıyordu ki? O
partiye gitmem gerekiyordu. İşin içinde kristal metamfetamin
olsun olmasın, oraya gidiyordum. “Söylediğim gibi, Cam öyle
biriyle arkadaş olmaz! O tam bir yeşilaycı.”
Conrad ile Jeremiah aynı anda kahkahayı patlattı. Böyle za­
manlarda bir takıfn gibiydiler. Jeremiah gülmemeye çalışarak
“Yeşilaycı mı?” dedi. “Çok güzelmiş.”
Conrad, “Çok havalı,” diye katıldı.
İkisine de öfkeli bakışlarla baktım. İlk olarak uyuşturucu bağım­
lılarıyla takılmamı istememişlerdi, şimdi alkol ve sigara içmemek
sorun olmuştu. “Uyuşturucu kullanmıyor, tamam mı? O yüzden,
bir uyuşturucu satıcısıyla arkadaş olmasından şüphe ederim.”
Jeremiah yanağını kaşıyarak “Uyuşturucu satıcısı olan, Greg
Rosenberg de olabilir. Greg Kinsey iyi çocuktur. Bir bilardo
masası var. Sanırım ben de partisine bir göz atacağım.”
“Bir dakika, ne dedin?” Paniklemeye başlamıştım.
Conrad, “Sanırım ben de geleceğim,” dedi. “Bilardoyu se­
verim.”
Ayağa kalktım. “Siz gelemezsiniz. Davet edilmediniz.”
Conrad sandalyesinde geriye yaslanıp ellerini başının arkası­
na koydu. “Endişelenme Belly. Büyük buluşmanda seni rahatsız
etmeyiz.”
Jeremiah mavi gözlerini kısıp tehdit edermişçesine yumru­
ğunu eline vurarak “Tabii ellerini yerinde tutmazsa o zaman
başka,” dedi. “O zaman kendini yerde bulur.”
“Bu olamaz,” diye inledim. “Lütfen çocuklar, size yalvarıyo­
rum gelmeyin. Lütfen gelmeyin.”

Jeremiah beni duymazdan geldi. “Con, ne giyeceksin?”
“Düşünmedim. Belki haki şortumu. Sen ne giyeceksin?”
“Sizden nefret ediyorum,” dedim.
Conrad’la da Jeremiah’yla da aram bir tuhaftı; aklıma im­
kânsız bir düşünce geldi. Benim Cam ile olmamı istemiyor ola­
bilirler miydi? Yani, bana karşı hisleri olduğu için? Böyle bir şey
olabilir miydi? Şüpheliydim. Onların gözünde küçük kız kar­
deşleri gibiydim. Tabii aslında değildim.
Hazırlanmam bittiğinde ve gitme saati geldiğinde, hoşça kal
demek için Susannah’nın odasına uğradım. Annemle odaya tı­
kılmış, eski resimleri gözden geçiriyorlardı. Saat oldukça erken
olmasına rağmen, Susannah çoktan yatma hazırlığı yapmıştı.
Yastıklarım etrafına yerleştirmiş, Bay Fisher’ın Hong Kong’a
yaptığı bir iş gezisinden getirdiği ipek sabahlıklarından birini
giyiyordu. Sabahlık, gelincik ve krem rengiydi. Ben de evlendi­
ğimde aynen bunun gibi bir sabahlık istiyordum.
Annem eski bir kutunun içini karıştırarak “Gel de bize şu
albümü düzenlemede yardım et,” dedi.
“Laurel, kızın giyindiğini görmüyor musun? Tozlu eski re­
simlere bakmaktansa, yapacak çok daha iyi işleri var.” Susannah
bana göz kırptı. “Belly, bir papatya gibi hoşsun. Bronz teninde
beyaz harika duruyor. Güzelliğini iyice ortaya çıkarıyor.”
“Teşekkürler Susannah,” dedim.
O kadar da fazla süslenmemiştim ama şölen ateşinin olduğu
geceki gibi, şort da giymemiştim. Beyaz bir elbiseyle şıpıdık ter­
likler giyiyordum ve saçlarımı da hâlâ ıslakken örmüştüm. Çok
sıkı olduklarından onları yarım saat içinde çözeceğimi biliyor­
dum ama umursamıyordum. Böyle tatlı duruyorlardı.
1 28

Annem, “Çok hoş görünüyorsun. Nereye gidiyorsun?” diye
sordu.
“Sadece bir partiye,” dedim.
Annem kaşlarını çatarak “Conrad ile Jeremiah da bu partiye
geliyor mu?” dedi.
Gözlerimi devirerek “Onlar benim korumalarım değil,”
dedim.
Annem, “Ben öyle bir şey demedim,” dedi.
Susannah elini sallayarak “İyi eğlenceler Belly!” dedi.
Annem bana daha fazla soru sormadan, kapıyı kapayarak
“Eğleneceğim,” dedim.
Conrad ile Jeremiah’mn bana sadece takıldıklarını, gerçek-
ten partiye gelmeye çalışmayacaklarını ummuştum ama Cam’in
arabasına binmek için aşağı koşarak indiğimde, Jeremiah, “Hey,
Belly?” diye seslendi.
Conrad’la birlikte, oturma odasında televizyon izliyorlardı.
Kapının eşiğinden başımı uzattım. “Ne?” diye çıkıştım. “Acelem
var da.”
Jeremiah başını bana doğru çevirip tembel bir şekilde göz
kırptı. “Yakında görüşürüz.”
Conrad da bana bakarak “Neden parfüm sürdün? Başımı ağ­
rıttı. Hem neden bu kadar makyaj yaptın ki?” diye sordu.
O kadar da makyaj yapmamıştım. Biraz allık, maskara ve du­
dak parlatıcısı sürmüştüm, hepsi bu. Conrad makyaj yapmama
alışık olmadığı için ona öyle gelmişti. Red Sox’lı kızın parfü­
müne aldırış etmemişti ama. Onun parfümüne bayılmıştı. Yine
de koridordaki aynada kendime son bir kere baktım ve allığın
birazını sildim.
1 0 Q

Ardından kapıyı hızla çekip Cam’in park ettiği yere koştum.
Yatak odası camımdan baktığım için, onun ne zaman geldiğini
biliyordum ve içeri gelip annemle tanışmasına fırsat vermek is­
temiyordum.
Arabasına atladım. “Merhaba,” dedim.
“Merhaba. Kapıyı çalabilirdim,” dedi.
“İnan bana, böylesi daha iyi,” derken kendimi birden utanmış
hissettim. Biriyle telefonda saatlerce konuşup yüzdükten sonra,
nasıl olur da kendinizi onu tanımıyormuş gibi hissederdiniz ki?
Cam geri geri parktan çıkarken, “Kinsey denen çocuk biraz
gariptir ama iyi biridir,” dedi. İyi bir sürücüydü, dikkatliydi.
Öylesine, “Uyuşturucu satma ihtimali var mı?” dedim.
Cam gülerek “Bildiğim kadarıyla yok,” dedi. Sağ yanağında
önceki akşam fark etmediğim bir gamzesi vardı. Çok tatlıydı.
Gevşedim. Uyuşturucu ihtimali ortadan kalkmıştı ve geri­
ye bir tek şey kalıyordu. Bileğimdeki bileziği döndürürken,
“Kutlama ateşinde yanımda olan çocukları hatırlıyor musun?
Jeremiah ile Conrad?” dedim.
“Sahte ağabeylerin?”
“Evet. Sanırım onlar da partiye bir uğrayabilirler. Kinsey’i
tanıyorlar.”
Cam, “Gerçekten mi?” dedi. “Güzel. Belki de garip biri ol­
madığımı anlarlar.”
“Garip biri olduğunu düşünmüyorlar,” dedim. “Şey, düşü­
nüyor sayılırlar ama kiminle konuşsam onun garip olduğunu
düşünürlerdi. O yüzden, bu kişisel bir şey değil,” dedim.
“Bu kadar koruyucu olduklarına göre, sana çok önem veriyor
olmalılar,” dedi. Öyle miydi?
1 3 0

“Şey, pek sayılmaz. Jeremiah önem verir ama Conrad için bu
sadece bir görev. Samuray falan olmalıymış,” deyip Cam’e bir
bakış attım. “Özür dilerim. Sıkıcı mı oldu?”
Cam, “Hayır, konuşmaya devam et,” dedi. “Sen samurayları
nereden biliyorsun?”
Bacaklarımı popomun altına yerleştirdim. “Dokuzuncu sı­
nıfta Bayan Baskdrville’in Global Bilimler dersinden. Japonya
ve Bushido üstüne bir bölüm okuduk. Harakiri olayına takıl­
mıştım bir ara.”
Cam, “Babam yarı Japon,” dedi. “Büyükannem orada yaşı­
yor. O yüzden her sene Japonya’ya gidip onu ziyaret ediyoruz.”
“Vay canına.” Japonya’ya ya da Asya’da bir yere hiç gitme­
miştim. Annemin de gezilerinde yolu oraya hiç düşmemişti ama
gitmek istediğini biliyordum. “Japonca biliyor musun?”
Cam başını kaşıyarak “Biraz,” dedi. “İdare ediyorum.”
Islık çaldım. Islığım, gurur duyduğum şeylerdendi. Böyle ıs­
lık çalmayı bana Steven öğretmişti. “Yani İngilizce, Fransızca ve
Japonca mı biliyorsun? Bu çok etkileyici. Bir çeşit dâhi gibisin,
ha?” diye ona takıldım.
Cam sırıtarak “Latince de biliyorum,” dedi.
“Latince artık konuşulmuyor. O ölü bir dil,” dedim.
“Ölü değil, her Batı dilinde var.” Yedinci sınıf Latince öğret­
menim Bay Coney gibi konuşmuştu.
Kinsey denen çocuğun evinin önüne yanaşınca, arabadan
inmek istemedim. Konuşmaktan ve birisinin dediklerimi ger­
çekten dinlemesinden çok hoşlanmıştım. insana kendini zirve­
de gibi falan hissettiriyordu. Garip bir şekilde, kendimi güçlü
hissediyordum.

Bir çıkmaz sokağa park ettik. Etrafta bir sürü araba vardı.
Bazıları neredeyse bahçeye kadar çıkmıştı. Cam hızlıca yürüdü.
Bacakları o kadar uzundu ki ona yetişebilmek için acele etmem
gerekiyordu. “Bu çocuğu nereden tanıyorsun?” diye sordum.
“Benim torbacım,” dedi ve yüzümdeki ifadeyi görerek gül­
dü. “Çok kolay kanıyorsun Flavia. Ailesinin bir teknesi var.
Onu marinada görmüştüm. İyi bir çocuktur.”
Kapıyı çalmadan içeri girdik. Müzik o kadar yüksekti ki onu
garajın oradan duyabiliyordum. Karaoke müziği çalıyor ve bir
kız bas bas “Like a Virgin” şarkısını söyleyerek yerlerde yuvar­
lanıyordu. Bir yandan da mikrofonu kotunun etrafında dolanı­
yordu. Oturma odasında bira içip bir nota defterini elden ele
dolaştıran on kadar kişi vardı. Bir çocuk yerdeki kıza, “Şimdi
‘Lıving On a Prayer’ı söyle,” dedi.
Tanımadığım birkaç çocuk beni süzüyordu. Gözlerini üze­
rimde hissedebiliyor ve gerçekten çok mu makyaj yaptım diye
merak ediyordum. Erkeklerin bana bakması, bana çıkma teklif
etmesi yeni bir şeydi. Hem harikulade hem de korkutucuydu bu.
Önceki partide Cam’den hoşlanan kızı gördüm. BCız bize baktı ve
gözlerini kaçırdı ama arada bir bizi gözledi. Onun adına kendimi
kötü hissettim; bunun ne demek olduğunu biliyordum.
Aynı zamanda, hafta sonlarını Cousins’da geçiren komşu­
muz Jill’i de gördüm. Kız bana el sallayınca onu ön bahçele­
rimiz ve mahallemiz dışında hiç görmediğimi düşündüm. Salı
günleri orada çalışan ve isim kartını ters takan, video dükkânın­
daki çocuğun yanında oturuyordu. Çocuğu her zaman tezgâhın
ardında gördüğüm için, belden aşağısını daha önce hiç görme­
miştim. Ve üzerinde kırmızı beyaz çizgili üniforması olmadan,
1 3 2

Jimmy’nin Istakoz Kulübesi’nde çalışan Katie de oradaydı.
Tüm hayatım boyunca yazlan gördüğüm kişilerdi bu insanlar.
Demek bunca zamandır buralardaydılar. Ben geride bırakılmış,
Rapunzel gibi yazlığa kilitlenmiş annem ve Susannah ile eski
filmler izlerken, onlar partilerdeydi.
Cam herkesi tanıyor gibiydi. Merhaba diyerek erkeklerle
omuz vurdurup kızlara sarıldı. Beni de tanıştırdı. Beni arkadaşı
Flavia diye tanıştırdı. “Arkadaşım Flavia ile tanışın,” dedi. “Bu
Kinsey. Burası onun evi.”
“Merhaba Kinsey,” dedim.
Kinsey kanepeye yayılmıştı ve üzerinde tişört yoktu. Cılız bir
göğsü vardı ve bir uyuşturucu satıcısına benzemiyordu. Daha
çok, gazete dağıtan çocuklara benziyordu.
Bir yudum bira içtikten sonra, “Adım aslında Kinsey değil,”
dedi. “Greg. Herkes bana Kinsey diyor.”
“Benim adım da gerçekten Flavia değil. Belly. Sadece Cam
bana Flavia diyor.”
Kinsey, bu mantıklıymış gibi başını salladı. “İçecek bir şeyler
isterseniz mutfaktaki dolaba bakın.”
Cam, “Bir şeyler içmek ister misin?” diye sordu.
Evet mi demeliydim hayır mı, emin değildim. Bir bakıma,
evet, istiyordum. Hiç içki içmemiştim. Bir çeşit tecrübe olurdu.
Bu yazın özel, önemli olduğunu daha da kanıtlardı. Diğer yan­
dan Cam’in, içersem benden soğuyup soğumayacağını merak
ediyordum. Beni bunun için yargılar mıydı? Onun kurallarının
ne olduğunu bilmiyordum.
İçmemeye karar verdim. İstediğim en son şey, geçen geceki
Clay gibi kokmaktı. “Ben bir kola alırım,” dedim.
1 3 3

Cam başım salladı ve bunu onayladığını görebiliyordum.
Mutfağa doğru yöneldik. Yürürken bazı sohbetler kulağıma gel­
di. “Kelly’nin, alkollüyken araba kullanma cezası aldığını, bu
yüzden bu yaz gelemediğini işittim.” Kelly’nin kim olduğunu
merak ettim. Eğer görsem onu tanır mıydım? Bunların hepsi
Steven, Jeremiah ve Conrad’ın suçuydu; beni hiçbir yere götür­
müyorlardı. O yüzden kimseyi tanımıyordum.
Mutfaktaki her sandalyenin üzerinde çantayla ceket vardı,
Cam da boş bira şişelerinden bazılarını ittirip tezgâhta yer açtı.
Tezgâha hoplayıp oturdum.
“Tüm bu insanları tanıyor musun?” diye sordum.
Cam, “Pek sayılmaz,” dedi. “Sadece havalı olduğumu düşün­
meni istedim.”
“Zaten öyle düşünüyorum,” dedim ve der demez de kı­
zardım.
Cam bir şaka yapmışım gibi gülünce kendimi daha iyi his­
settim. Dolabın kapısını açıp bir kola aldı ve açarak bana uzattı.
“Benim alkol almamam senin de içemeyeceğin anlamına gel­
miyor. Yani, bunun için seni yargılarım ama istersen içki içebi­
lirsin. Bu arada, şaka yaptım.”
“Biliyorum,” dedim. “Ama kola bana iyi geldi.”
Kolamdan uzun bir yudum alıp geğirdim. Örgülerimden bi­
rini açarak “Özür dilerim,” dedim. Örgülerim çok sıkı olduğu
için başımı acıtmaya başlamıştı.
Cam, “Bir bebeğin gaz çıkarması gibi geğiriyorsun,” dedi.
“Biraz iğrenç ama aynı zamanda tatlı.”
Diğer örgümü de açıp omzuna vurdum, içimden, Conrad’ın,
ooo, şimdi de ona vuruyorsun, deyişini işitebiliyordum. Amma
1 3 4

PKu8[K;; chap14.xhtml Bölüm 15

Bölüm 15

flört ediyorsun Belly, amma flört ediyorsun. Burada olmadığında
bile buradaydı. Sonra bir baktım, gerçekten burada.
Ansızın, Jeremiah’nın o kendine özgü bağırışını karaoke ma­
kinesinde duydum. “Buradalar,” dedim.
“Gidip merhaba demek ister misin?”
“İstemem,” dedim ama yine de tezgâhtan aşağı atladım.
Oturma odasma geri gittik. Jeremiah sahnenin ortasında,
yüksek sesle, daha önce hiç duymadığım bir şarkı söylüyordu.
Kızların hepsi, gözleri yerlerinden fırlamış hâlde onu izleyip gü­
lüyordu. Conrad da elinde bir birayla kanepedeydi. Red Sox’lı
kız onun yanındaki kol dayama yerine yerleşmiş, eğilerek saç­
larını ikisini de kaplayan bir perdeymiş gibi Conrad’ın yüzüne
sarkıtmıştı. Kızı arabayla alıp almadıklarını, Conrad’ın, onun
arabada öne binmesine izin verip vermediğini merak ettim.
Cam, “İyi şarkıcı,” dedi. Ardından, baktığım yöne dönerek
“O ve Nicole beraber mi?” dedi.
“Kim bilir?” dedim. “Kimin umurunda?”
O an Jeremiah beni gördü ve şarkısının sonunda selam verdi.
“Belly! Bir sonraki şarkı size geliyor,” diyerek Cam’e işaret etti.
“Adın ne?”
Cam boğazını temizledi. “Cam. Cameron.”
Jeremiah doğruca mikrofona konuştu. “Adın Cam Cameron
mu? Dostum, bu berbat.” Herkes buna gülerken, bir saniye
önce çok sıkkın görünen Conrad da kahkahalar attı.
Cam sessizce, “Sadece Cam,” dedi.
O
zaman bana baktı ve utandığımı gördü. Onun adına de­
ğil de ondan utanmıştım. Böyle yaptıkları için onlardan nefret
ediyordum.
1 3 5

Conrad ile Jeremiah onu beğenmedikleri için, sanki benim
de beğenmemem gerekiyordu. Birkaç dakika önce ona karşı
kendimi ne kadar yakın hissettiğimi düşünmek tuhaftı.
“Pekâlâ Cam Cameron. Bu şarkı sana ve küçük Belly
Button’ına geliyor. Haydi bakalım hanımlar.” Kızlardan bazıla­
rı uzaktan kumandadaki oynat düğmesine bastı. “Yaz aşkı, beni
çok eğlendirdi...”
Onu öldürmek istiyordum ama tek yapabildiğim, başımı
sallayıp öfkeden kudurmuş bakışlarla bakmaktı. Bunca insanın
önünde mikrofonu elinden alamazdım. Jeremiah bana sırıtıp
dans etmeye başladı. Yerde oturan kızlardan biri de havaya sıç­
radı ve onunla dansa katıldı. O da şarkının Olivia Newton-John
kısmını detone bir şekilde söylemeye başladı. Conrad da o keyif­
le küçümseyen bakışlarıyla olanları izledi. Birisinin, “Bu kız da
kim?” dediğini duydum. Konuşurken doğruca bana bakıyordu.
Yanımdaki Cam gülüyordu. Ona inanamıyordum. Ben
utançtan ölürken o gülüyordu. Beni dürterek “Gül Flavia,”
dedi.
Birisi bana gülümsememi söylediğinde, elimde olmadan gü­
lerim.
Jeremiah’nın şarkısının ortalarına doğru, onlara bir kez bile
bakmadan Cam’le dışarı yürüdük ve Conrad’ın bizi izlediğini
biliyordum. Conrad söz konusu olduğunda bir gülüş için çok
çaba harcanmalıydınız. Conrad söz konusu olduğunda hiçbir şey
kolay değildi.
Cam’in bana yaslanma şeklinden, beni öpebileceğini düşün­
düm. Ona izin vermeye kararlıydım. Fakat o bana doğru eğil­
diği zaman ya ayak bileğini kaşıyor ya da çorabını çekiyor sonra
1 3 6

da uzaklaşıp tekrar aynı şeyi yapıyordu. Tam bir yaslanma es­
nasında, dışarıdan öfkeli, kavgacı sesler işittim. Ayağa fırladım.
“Orada bir şeyler oluyor.”
Cam öne geçip “Bir bakalım,” dedi.
Conrad ve kolunda dikenli tel dövmesi olan bir çocuk tar­
tışıyordu. Çocuk, Conrad’dan kısa ama daha yapılıydı. Bayağı
kaslıydı ve yirmi beş yaşlarında duruyordu. Jeremiah şaşkın bir
şekilde olanları izliyordu ama gerekirse olaya müdahale etmek
için hazırda beklediğini anlayabiliyordum.
Jeremiah ya, “Ne için tartışıyorlar?” diye fısıldadım.
Omuz silkti. “Conrad biraz sarhoş. Endişelenme. Birbirlerine
gösteriş yapıyorlar.”
Huzursuz bir şekilde, “Birbirlerini öldürebilirmiş gibi duru­
yorlar,” dedim.
Cam, “Bir şeyleri yok,” dedi. “Ama biz buradan gitsek iyi
olacak. Geç oldu.”
Ona baktım. Neredeyse yanımda durduğunu unutmuştum.
“Ben bir yere gitmiyorum,” dedim. Gerçi bir kavgayı durdura­
cak bir şey de yapamazdım. Ama Conrad’ı orada bırakmak da
doğru gelmiyordu.
Conrad dövmeli çocuğa yaklaşınca o da kolaylıkla onu
ittirdi. Conrad güldü. Gerçek bir kavganın kaynamaya baş­
ladığını hissedebiliyordum. Tıpkı, gökyüzü bir fırtınayla ya­
rılmadan önce suyun tamamen kıpırtısız hâle dönüşmesine
benziyordu.
“Bir şey yapacak mısın?” diye tısladım.
Jeremiah, gözleri Conrad’ın üzerinde, “O koca adam,” dedi.
“İdare eder.”
1 3 7

Fakat buna inanmıyordu. Ben de inanmıyordum. Conrad
hiç de iyi görünmüyordu. Tanıdığım Conrad Fisher’a benze­
miyordu, tamamen kontrolden çıkmış gibiydi. Ona yardım et­
meliydim.
Onlara doğru yürümeye başladım ve Jeremiah beni dur­
durmaya çalışınca, onu başımdan savdım. Oraya vardığımda,
söyleyecek hiçbir şeyim olmadığını fark ettim. Daha önce, bir
kavgayı ayırmaya çalışmamıştım.
İkisinin arasında durarak “Şey, merhaba,” dedim. “Gitmemiz
gerekiyor.”
Conrad beni yoldan ittirdi. “Buradan git Belly.”
“Bu kim? Bebek bakıcın mı?” diyen çocuk, beni baştan aşağı
süzdü.
“Hayır, ben Belly’yim,” dedim ona. Biraz gergin olduğum­
dan, ismimi söylerken kekeledim.
Çocuk, “Belly mi?” deyip kahkahaya boğulurken ben de
Conrad’ın kolunu tuttum.
“Şimdi buradan ayrılıyoruz,” dedim.
Elimi uzaklaştırmaya çalışırken sallanmasından, onun ne ka­
dar sarhoş olduğunu anladım. “Gitme. Eğlence yeni başlıyor.
Bak şimdi, bu çocuğun canına okumak üzereyim.” Onu daha
önce hiç böyle görmemiştim. İçindeki şiddet beni korkutmuştu.
Red Sox’lı kızın nerede olduğunu merak ettim. Conrad ile başa
çıkmak için, benim yerime onun burada olmasını diliyordum.
Ben ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Çocuk güldü ama onun da en az benim kadar kavga iste­
mediğini gördüm. Yorgun görünüyordu. Sanki tek istediği, eve
gidip şortunu giyerek televizyon izlemekti. Conrad ise tam gaz­
1 3 8

dı. Çalkalanmış bir soda şişesi gibi, birisine patlamak üzereydi.
Kim olduğunun da bir önemi yoktu. Karşısındaki çocuğun on­
dan iri olmasını umursamıyordu. İki metrelik bir tuğla gibi olsa
da fark etmeyecekti. Conrad kavga istiyordu. Kavga edene dek
de tatmin olmayacaktı. Ve bu çocuk, istese Conrad’ı öldürürdü.
Çocuk bir Conrad’a bir bana baktı, durdu. Başını sallayarak
“Belly, bu çocuğu-eve götürsen iyi edersin,” dedi.
Conrad, “Onunla konuşma,” dedi.
Elimi Conrad’ın göğsüne koydum. Daha önce hiç yapma­
mıştım bunu. Sert ve ılıktı; kalbinin hızlı ve kontrol dışı çar­
pışlarını hissedebiliyordum. “Lütfen eve gidebilir miyiz?” diye
yalvardım. Fakat Conrad, sanki orada durduğumu ya da elimi
göğsüne koyduğumu görmemiş gibiydi.
Çocuk, “Kız arkadaşını dinle ufaklık,” dedi.
Yüzünde hiçbir ifade olmayan Cam’a bakıp “Ben onun kız
arkadaşı değilim,” dedim.
Ardından çaresizce Jeremiah’ya baktım ve o da yanımıza yü­
rüdü. Conrad’ın kulağına bir şey fısıldadı. Conrad onu uzak­
laştırdı. Fakat Jeremiah alçak sesle onunla konuşmaya devam
etti. Bana baktıkları için, konuşmanın benim hakkımda oldu­
ğunu anladım. Conrad tereddüt etti ama sonunda başını salladı.
Ardından şakayla karışık, karşısındaki çocuğa vuracakmış gibi
yaptı. Çocuk da gözlerini devirdi. Conrad, “İyi geceler pislik,”
dedi.
Çocuk eliyle onu başından savar gibi yaptı. Derin bir nefes
verdim.
Arabaya doğru geri yürürken, Cam kolumdan tuttu. “Bu ço­
cuklarla eve gitmek senin için sorun değil mi?” diye sordu.
13 9

Conrad dönerek “Bu kim?” diye sordu.
Cam’e başımı sallayarak “Ben iyiyim. Endişelenme. Seni ara­
yacağım,” dedim.
Endişeli gözüküyordu. “Arabayı kim kullanacak?”
Jeremiah, “Ben,” dedi ve Conrad da karşı çıkmadı.
“Endişelenme Yeşilay. Ben içkiliyken araba kullanmam.”
Utanmıştım ve Cam’in de rahatsız olduğunu anlayabiliyor­
dum ama sadece başını salladı. Ona sarıldım ama kaskatı gibiy­
di. İşleri yoluna koymak istiyordum. “Bu gece için teşekkürler,”
dedim.
Cam’in uzaklaşmasını izlerken pişmanlık duydum. Conrad ile
aptal öfkesi, ilk gerçek randevumu mahvetmişti. Hiç adil değildi.
Jeremiah, “Siz arabaya binin, ben şapkamı içeride unuttum.
Hemen gelirim,” dedi.
Ona, “Acele et,” dedim.
Conrad ile sessizce arabaya bindik. Etraf garip şekilde sessiz­
di ve saat yalnızca biri biraz geçmiş olsa da sabahın dördüymüş
de herkes uyuyakalmış gibiydi. Conrad öncesindeki tüm enerjisi
gitmiş hâlde, arka koltuğa uzanmıştı. Ben de çıplak ayakları­
mı torpidoya yaslayarak ön koltuğa oturdum ve arkaya yaslan­
dım. İkimiz de konuşmadık. Korkutucu birine dönüşmüştü.
Conrad’ın tavırlarından onu tanıyamamıştım. Kendimi birden
çok yorgun hissettim.
Saçlarım arkaya düşüyordu. Birden arka koltuktan Conrad’ın
onlara dokunduğunu ve parmaklarını saçlarımın uçlarında gez­
dirdiğini hissettim. Sanırım o an nefes almam kesildi. Tam bir
sessizlik içinde oturuyorduk ve Conrad Fisher saçlarımla oynu­
yordu.
1 4 0

Yumuşak bir sesle, “Saçların küçük bir çocuğunki gibi hep
dağınık,” dedi. Sesi titrememe neden oldu. Kumu kendine çe­
ken suyun sesi gibiydi.
Hiçbir şey demedim. Ona bakmadım bile. Onu korkutmak
istemiyordum. Ateşim gerçekten yükseldiği zaman her şeyin sis­
li, hayali, belirsiz görünmesi gibiydi. Tek bildiğim, durmasını
istemediğimdi.
Ama Conrad sonunda durdu. Gözlerini kapayıp içini çekti.
Ben de öyle yaptım. “Belly,” diye söze başladı.
Sonra ansızın dikkat kesildim. O uykulu hâl gidiverdi; şimdi
bedenimin her parçası uyanıktı. Nefesimi tutmuş, onun konuş­
masını bekliyordum. Ona cevap vermedim. Büyüyü bozmak
istemiyordum.
İşte o an Jeremiah geri geldi, kapıyı açtı ve pat diye kapa­
dı. Aramızdaki bu kırılgan ve narin an da ortadan ikiye ayrıldı.
Bitmişti. Ne diyeceğini merak edip durmanın bir faydası yoktu.
Kaçırılan anlar tekrar geri gelmiyordu. Sadece gidiyordu.
Jeremiah bana tuhaf bir şekilde baktı. Bir şeylerin üzerine
geldiğini hissettiği açıktı. Ona omuz silktim, o da başını çevirip
arabayı çalıştırdı.
Radyoya uzanıp yüksek sesle açtım.
Tüm eve dönüş yolunda garip bir gerilim vardı ve herkes
sessizdi. Conrad arka koltukta sızdı ve ön koltuklarda Jeremiah
ile ben birbirimize bakmadık. Evin önünde durduğumuzda,
Jeremiah kendine göre sert bir ses tonuyla Conrad’a, “Annem
seni bu şekilde görmesin,” dedi.
İşte o an Conrad’ın gerçekten sarhoş olduğunu ve o gece
söylediği ya da yaptığı bir şeyden sorumlu olmayacağını fark
14 1

ettim. Yarın muhtemelen onları hatırlamayacaktı bile. Hiç ya­
şanmamış gibi olacaktı.
İçeri girer girmez odama koştum. Arabada olanları unutup
sadece Cam’in bana bakışlarını, kolunun omzuma değişini ha­
tırlamak istiyordum.

A Â \M /
Bölüm
V" rtesi gün hiçbir şey olmadı. Conrad beni görmezden de
i
gelmedi. O zaman bu ayrı bir konu olurdu. Dün gecenin
yaşandığına, bir şeylerin değiştiğine dair bir kanıt oluştururdu.
Ama Conrad bana her zaman davrandığı gibi davrandı. Karışık
atkuyruğu saçları ve çırpı bacaklarıyla onların peşinden koştu­
ran küçük Belly ymişim gibi.
İşin gerçeğiyse, ister beni ittirsin ister çeksin, hâlâ aynı yöne
doğru gidiyordum. Conrad’a doğru.
Cam birkaç gün beni aramadı. Onu suçlamıyordum. Ben de
onu aramamıştım ama aramayı düşünmüştüm. Sadece ne diye­
ceğimi bilmiyordum.
Sonunda aradığında, parti konusunu açmadı. Onunla ara­
balı sinemaya gitmemi istedi. Ben de hemen evet dedim. Gerçi
endişelenmiştim de; oraya gitmemiz, sevişeceğimiz anlamına mı
1 4 3

geliyordu? Yani buharlı camlar ve arka koltukların olaya dâhil
olduğu, deli gibi bir sevişme anlamına mı geliyordu?
Çünkü arabalı sinemalarda insanlar böyle yaparlardı. Önde
aileler, arka sırada da ateşli çiftler olurdu. Ben daha önce hiç
çiftler kategorisine dâhil olmamıştım. Ben, Susannah, annem ve
diğerleriyle ya da oğlanlarla oraya gitmiştim ama hiçbir zaman
çıktığım biriyle gitmemiştim.
Bir keresinde Jeremiah, Steven ve ben, Conrad’la çıktığı kız­
lardan birini gözlemek için oraya gitmiştik. Jeremiah’nın, ara­
bayla sadece okula gidip gelme izni varken, Susannah, onun bizi
oraya götürmesine izin vermişti. Arabalı sinema altı kilometre
uzaktaydı ve Cousins’da, ebeveynlerinin kucağında oturan ço­
cuklar da dâhil olmak üzere, herkes araba kullanırdı. Conrad
bizi, onu gözlerken yakaladığında öfkeden deliye dönmüştü.
Bizi gördüğünde, yiyecek, içecek standına gidiyordu. Durum
oldukça komikti; bize bağırırken saçları darmadağın, dudakları
kırmızı ve parlaktı. Jeremiah tüm bu süre boyunca kahkahadan
kırılmıştı.
Steven ile Jeremiah’nın karanlıkta bir yerlerde bizi gözleyip
kahkahadan kırılmalarını dilerdim. Böylesi, beni bir şekilde ra­
hatlatırdı. Kendimi daha güvende hissettirirdi.
Cam’in kapüşonlusunu giyiyordum ve fermuarını boğazıma
dek çekmiştim. Sanki titriyormuşum gibi kollarımı kavuştur­
muş, oturuyordum. Cam’den hoşlanıyor ve orada olmak istiyor­
dum ama içimden, arabadan atlayıp eve yürüyerek dönme fikri
geçiyordu. Şimdiye dek sadece bir oğlanı öpmüştüm ve o da pek
gerçekçi sayılmazdı. Taylor bana rahibe diyordu. Belki de içten
içe öyleydim. Belki de bir manastıra gitmeliydim. Bunun gerçek

PKu8[Z",1919 chap15.xhtml Bölüm 16

Bölüm 16

bir randevu olup olmadığını bile bilmiyordum. Belki geçen gece
olanlardan sonra benden çok soğumuştu ve sadece arkadaşım
olmak istiyordu.
Cam doğru istasyonu bulana dek radyonun düğmesini çe­
virdi. Parmaklarını direksiyona vurarak “Patlamış mısır ya da
başka bir şey ister misin?” diye sordu.
Aslında istiyordum ama patlamış mısırın dişlerime takılma­
sını istemediğimden hayır deyip teşekkür ettim.
Perdeyi yakından görmek için ön cama doğru eğilişi tatlıydı.
Eski bir korku filmi gösteriliyordu ve Cam onun gerçekten meşhur
olduğunu söylemişti. Ama ben daha önce filmin adını hiç duyma­
mıştım. Hem zaten filme pek dikkat de etmiyordum. Cam’i, filmi
izlediğimden daha çok izliyordum. Dudaklarını çok sık yalıyordu.
Jeremiah’mn yaptığı gibi, komik kısımlarda dönüp benimle birlik­
te gülmüyordu. Sadece arabanın kendi tarafında, benden olabildi­
ğince uzakta, kapıp yaslanmış şekilde oturuyordu.
Film bittiğinde arabayı çalıştırdı. “Hazır mısın?” dedi,
İçimden bir hayal kırıklığı dalgası geçti. Beni şimdiden eve
götürüyordu. Bir dondurmacıya falan götürmeyecekti. Eğer
buna buluşma denebilirse, tam hır fiyasko olduğu kesindi. Bir
kez bile benimle öpüşme denemesinde bulunmamıştı. Denese
ona izin verir miydim bilmiyordum ama yine de hiçbir girişim­
de bulunmamıştı. Ama en azından deneyebilirdi.
“Hı-hı,” dedim. Kendimi ağlayacak gibi hissediyordum.
Neden böyle hissettiğimden emin alamıyordum ve onu öpmek
isteyip istemediğime bile emin değildim aslında.
Sessizlik içinde eve geldik. Cam arabayı evin önüne park etti.
Elim kapının kolunda, nefesimi tutup, motoru kapatacak mı

yoksa arabadan inmem mi gerek diye duraksadım. Cam motoru
kapadı ve bir saniyeliğine başını arkaya yasladı.
Birden, “Seni neden hatırladım, biliyor musun?” diye sordu.
O kadar damdan düşer gibi gelen bir soruydu ki ne dediğini
anlamam bir süremi aldı. “Latince toplantısını mı diyorsun?”
“Evet.”
“Kolezyum modelimden ötürü mü?” Şaka yapıyordum.
Steven onu inşa etmeme yardım etmişti ve model oldukça et­
kileyici olmuştu.
“Hayır.” Cam elini saçlarının arasından geçirdi. “Senin ger­
çekten güzel olduğunu düşündüğümden. Sen, gördüğüm en
güzel kızdın.”
Güldüm. Arabada olduğumuz için, sesim gerçekten yüksek
çıktı. “Ya, tabii. İyi denemeydi Sextus.”
Cam sesini yükselterek “Ciddiyim,” diye ısrar etti.
“Uyduruyorsun.” Söylediği şeyin gerçek olabileceğini san­
mıyordum. Kendimi buna inandırmak istemiyordum. Oğlanlar
söz konusu olduğunda, böyle iltifatlar yalnızca şaka olabilirdi.
Cam dudakları kapalı biçimde, başını hayır anlamında sal­
ladı. Ona inanmamama gücenmişti. Bense bunun nasıl doğru
olabileceğini anlamıyordum. Doğrusu bu konuda yalan söy­
lemesi zalimlikti. O zamanlar neye benzediğimi biliyordum
ve herhangi birinin gördüğü en güzel kız değildim. Kalın
gözlüğüm, dolgun yanaklarım ve küçük kız bedenimle öyle
olamazdım.
O an Cam gözlerimin içine baktı. “İlk gün mavi bir elbise
giyiyordun. Kadife gibiydi. Gözlerini gerçekten masmavi gös­
termişti.”

“Gözlerim gri,” dedim.
“Evet ama o elbiseyle mavi gözüküyorlardı.”
Ben de bu yüzden o elbiseyi giymiştim. En sevdiğim elbisey­
di. Muhtemelen tüm kış giysilerimle beraber çatı katında duru­
yordu. Zaten artık çok küçük gelirdi.
Cam bana bakışıyla, tepkimi beklerkenki hâliyle çok tatlı gö­
rünüyordu. Yanakları şeftali rengine dönmüştü. Güçlükle yut­
kunarak “Neden yanıma gelmedin?” dedim.
Omuz silkti. “Her zaman arkadaşlarınlaydın. Bütün hafta
seni izledim ve cesaretimi toplamaya çalıştım. O gece kutlama
ateşinin yanında seni görünce buna inanamadım. Çok tuhaf,
öyle değil mi?” Cam güldü ama utanmış gibiydi.
“Çok tuhaf,” dedim ben de. Beni fark etmiş olmasına inana-
mıyordum. Yanımda Taylor varken bana kim bakardı ki?
Cam hatırlayarak “Neredeyse sen kazan diye, bilerek konuş­
mamı mahvediyordum,” dedi. Bana bir santim yaklaştı.
“Etmemene sevindim,” dedim. Uzanıp koluna dokundum.
Elim titredi. “Keşke yanıma gelseydin.”
İşte o an başını eğdi ve beni öptü. Kapının kolunu bırak­
madım. Tek düşünebildiğim şey, keşke ilk öpücüğüm bu olsaydı,
oldu.

.i/u v W
Bölüm
ve girdiğimde bulutların üzerinde yürüyor ve az önce
olanları zihnimde canlandırıp duruyordum; annemle
Susannah’nın oturma odasında tartıştıklarını duyana kadar
bu böyle devam etti. İçim korkuyla doldu; sanki kalbimi bir
şey sıkıyordu. Annemler hemen hiç kavga etmezlerdi. Onları
sadece bir defa kavga ederken görmüştüm, o da geçen yazdı.
Üçümüz, Cousins’dan bir saat uzaklıktaki lüks bir alışveriş
merkezine gitmiştik. İnsanların küçük köpeklerini süslü kayış­
larıyla gezdirdiği, açık alana kurulu alışveriş merkezlerindendi.
Orada bir elbise görmüştüm. Morumsu mürdüm rengi, şifon
bir elbiseydi ve omuzların biraz aşağısındaki askılarıyla benim
yaşım için biraz büyüktü. Ona bayılmıştım. Susannah elbise­
yi sadece eğlencesine, denemem gerektiğini söylemiş, ben de
giymiştim. Susannah bana bir bakış atıp onu almam gerekti­

ğini söyledi. Annem hemen başını olumsuz anlamda salladı.
“Sadece on dört yaşında, böyle bir elbiseyi nerede giyecek ki?”
dedi. Susannah bunun bir önemi olmadığını, elbisenin benim
için yapılmış olduğunu söyledi. Bense elbisenin parasını kar­
şılayamayacağımızı biliyordum, ne de olsa annem yeni boşan­
mıştı, yine de ona dil döküp yalvardım. Susannah ile annem de
dükkânda insanların önünde tartışmaya başladılar. Susannah
elbiseyi benim için satın almak istedi ve annem de ona izin
vermedi. Onlara, hâlâ istesem de, “Boş verin, artık elbiseyi iste­
miyorum,” dedim. Annemin haklı olduğunu biliyordum, onu
hiç giymeyecektim.
Yazın sonunda Cousins’dan döndüğümüzde elbiseyi, sanki
her zaman oradaymış gibi, bir kâğıda sarılarak özenle bavulu­
ma yerleştirilmiş hâlde buldum. Susannah daha sonra benim
için onu almıştı. Tam ona göreydi bu. Daha sonra annem de
o elbiseyi gardırobumda görmüş olmalıydı ama bana hiçbir şey
söylemedi.
Orada, avluda durmuş onları dinlerken, kendimi Steven’ın
beni hep suçladığı bir casus gibi hissettim ama elimde değildi.
Susannah’mn, “Laurel. Ben artık büyük bir kızım. Hayatımı
idare etmeye çalışmayı kesmen lazım. Onu nasıl yaşayacağımı
seçecek olan benim,” dediğini işittim.
Annemin cevabını beklemeyerek doğruca içeri girerek “Ne
oluyor?” dedim. Konuşurken anneme bakmıştım ve sesimin
onu suçlar gibi çıktığını biliyordum ama umurumda değildi.
Annem, “Hiçbir şey. Her şey yolunda,” dedi ama gözleri kı­
zarık ve yorgundu.
“O zaman neden kavga ediyorsunuz?”

Susannah, “Kavga etmiyoruz tatlım,” dedi. Uzanıp buruşuk
bir kumaşı ütüler gibi omzuma dokundu. “Her şey gerçekten
yolunda.”
“Sesiniz öyle gelmiyordu.”
Susannah, “Ama öyle,” dedi.
“Yemin eder misin?” diye sordum. Ona inanmak istiyordum.
Susannah tereddüt etmeden, “Yemin ederim,” dedi.
Annem yanımızdan uzaklaşırken, omuzlarının gerginliğin­
den, her şeyin yolunda gitmediğini, onun hâlâ kızgın olduğu­
nu görebiliyordum. Ama her şeyin yolunda olduğunu söyleyen
Susannah’ya inanmak istediğimden onu izlemedim. Hem an­
nem, yalnız kalmayı tercih eden bir insandı. Babama sormanız
yeterdi.
Susannah’ya, “Onun nesi var?” diye sordum.
Susannah, “Hiçbir şey. Bana Cam’le randevundan bahset,”
dedi ve beni camlı odadaki hasır koltuğa yönlendirdi.
Israr etmeli, ikisi arasında gerçekte ne olduğunu öğrenme­
ye çalışmalıydım ama endişem çoktan geçmeye başlamıştı. Ona
Cam ile ilgili her şeyi anlatmak istiyordum. Susannah böyle bi­
riydi; ona tüm sırlarınızı, her şeyinizi anlatmak isterdiniz.
Kanepeye oturup kucağına dokundu. Ben de yanına otu­
rup başımı kucağına koydum. O da saçlarımı alnımdan çekti.
Her şey sanki o kavga hiç olmamış gibi güvenli ve konforluydu.
Belki kavga bile değildi, her şeyi yanlış anlamıştım. “Şey, tanıdı­
ğım herkesten farklı,” diye başladım söze.
“Nasıl?”
“Çok zeki ve insanların ne düşündüğünü umursamıyor. Ve
çok yakışıklı. Bana ilgi gösterdiğine bile inanamıyorum.”

Susannah başını salladı. “Lütfen ama. Tabii ki sana ilgi gös­
terecek. Çok güzelsin tatlım. Bu yaz gerçekten de çiçek açtın,
insanlar sana dikkat etmeden geçemez.”
“Ha ha,” dedim ama gururum okşanmıştı. Susannah insan­
lara kendini özel hissettirmede çok iyiydi. “Böyle konularda ko­
nuşmak için sana sahip olduğuma çok mutluyum.”
“Ben de. Ama biliyorsun, annenle de konuşabilirsin.”
“O bunların hiçbiriyle ilgilenmez, ilgileniyormuş numarası
yapar ama ilgilenmez.”
“Belly, bu doğru değil, ilgilenir. İlgileniyor.” Susannah yü­
zümü ellerinin arasına aldı. “Annem, benimle birlikte, senin en
büyük hayranın. Senin yaptığın her şeyle ilgileniyor. Onu dış­
lama.”
Artık annemle ilgili konuşmak istemiyordum. Cam ile ilgili
konuşmak istiyordum. “Bu akşam Cam’in bana söylediği şeye
inanamayacaksın,” dedim.

,İ/W \M / A JljiAMAA; Bölüm
su gibi aktı ve temmuz yerini ağustosa bıraktı,
n yaz, onu birlikte geçireceğiniz biri olunca çok
daha hızlı geçiyor. Benim için o kişi Cam’di. Cam Cameron.
Bay Fisher her zaman ağustosun ilk haftası gelirdi. Yanında
Susannah’nın en sevdikleri olan bademli kuruvasanlarla lavan-
talı çikolatalar da getirirdi. Bir de çiçekler. Susannah çiçeklere
bayılırdı. Nefes almak için havaya nasıl ihtiyacı varsa çiçeklere
de ihtiyacı olduğunu söylerdi. Sayamayacağım kadar çok vazosu
vardı; uzunlar, şişkolar, cam olanlar. Evin her köşesindeydiler ve
her odadaki vazolarında çiçekler olurdu. Susannah’nın en sev­
diği çiçek, şakayıktı. Sabah gözlerini açtığında ilk gördüğü şey
olsun diye, yatak odasındaki komodinin üzerinde hep onlardan
olurdu. Bir de deniz kabukları vardı. Onları da büyük kokteyl
bardaklarına koyardı. Sahilde yürüyüşten geldiği zamanlar, her
S
am
. aman
o n ı r

zaman elinde bir avuç dolusu deniz kabuğu olurdu. İlk olarak
onları mutfak tezgâhına koyup hayranlıkla bakar ve “Bu bir ku­
lağa benzemiyor mu?” ya da “Bu mükemmel bir pembe rengi
değil mi?” gibi şeyler söylerdi. Ardından onları büyükten kü­
çüğe sıraya dizerdi. Susannah’nın ritüellerinden biriydi bu ve o
esnada onu izlemeye bayılırdım.
O hafta, genelde Bay Fisher’ın geldiği zamanlarda, Susannah
onun işten izin alamayacağına değindi. Bankada bir çeşit acil
durum çıkmıştı. Yazı sadece beşimiz kapatacaktık. Bay Fisher ve
ağabeyim olmadan geçirdiğimiz ilk yaz olacaktı bu.
Susannah erkenden yatağa gittikten sonra, Conrad sohbet
arasında bana, “Boşanıyorlar,” dedi.
“Kim?” dedim.
“Annemler. Artık zamanı gelmişti.”
Jeremiah ona öfkeyle baktı. “Kapa çeneni Conrad.”
Conrad omuz silkti. “Neden ki? Doğru olduğunu sen de bi­
liyorsun. Belly, şaşırmadın, öyle değil mi?”
Şaşırmıştım. Gerçekten şaşırmıştım. İkisine birden, “Onların
gerçekten birbirlerine âşık olduklarını düşünüyordum,” dedim.
Aşk neyse, Susannah ile Bay Fisher’ın ona sahip olduklarını
düşünüyordum. Hem de milyon katına. Yemek masasında bir­
birlerine bakışları, Susannah’nın Bay Fisher yazlığa geldiğindeki
heyecanı. Böyle insanların boşanacağını düşünmezdim. Benim
ailem gibi olanlar boşanırdı ama Susannah ile Bay Fisher gibi­
ler değil. Jeremiah, “Âşıktılar,” dedi. “Ne olduğunu gerçekten
bilmiyorum.”
Conrad, “Babam bir hıyar. Olan bu,” diyerek ayağa kalk­
tı. Sesi bıkkın ve duygusuzdu ama kulağa doğru gelmiyordu.
1 ^

Babasına ne kadar hayran olduğunu biliyordum. Bay Fisher’ın
da benim babam gibi bir kız arkadaşı olup olmadığını merak et­
tim. Susannah’yı aldattı mı diye merak ettim. Ama Susannah’yı
kim aldatırdı ki? Böyle bir şey imkânsızdı.
Jeremiah birden, “Annene bildiğini söyleme,” dedi. “Annem
bildiğimizi bilmiyor.”
“Söylemem,” dedim. Onların bunu nasıl öğrendiklerini me­
rak ettim. Annemle babam, Steven ile beni oturtmuş, bize her
şeyi anlatmış, detaylarıyla açıklamışlardı.
Conrad ayrılırken Jeremiah, “Biz ayrılmadan önce babam
haftalarca misafir odasında yatmıştı,” dedi. “Kıyafetlerinin ço­
ğunu da almıştı. Bunları fark etmeyeceğimizi düşünmek için
geri zekâlı falan olduğumuzu sanmaları lazım.” Son kısımda sesi
çatallandı.
Jeremiah’nın elini tutup sıktım. Gerçekten acı çekiyordu.
Göstermese de Conrad’ın da acı çektiğini tahmin ediyordum.
Böyle farklı, umursamaz tavırlar içinde olması, kendi gibi dav­
ranmaması. O da acı çekiyordu. Susannah ise apayrıydı. Yatakta
bunca zaman geçirmesi, çok üzgün görünmesi. O da ızdırap
içindeydi.

PKu8[aw;w; chap16.xhtml Bölüm 17

Bölüm 17

İ / ı W M/ Hm A aavcA/ Bölüm
^ y n n em gazetesinin üzerinden bana bakarak “Cam ile çok
fazla zaman geçiriyorsunuz,” dedi.
Dediği doğru olmasına rağmen, “Pek sayılmaz,” dedim.
Yazlıkta günler âdeta uçuyordu; zamanın geçtiğini anlamıyor­
dunuz. Cam ile iki haftadır takılıyorduk ki bir şey fark ettim; o
artık erkek arkadaşım sayılırdı. Her günümüzü birlikte geçiri­
yorduk. Onunla tanışmadan ne yapıyordum, hiç bilmiyordum.
Hayatım gerçekten sıkıcı olmalıymış.
Annem, “Seni evde görmeyi özlüyoruz,” dedi. Eğer bunu
Susannah söylese hoşuma giderdi ama annemden gelince sinir
bozucuydu. Şikâyet gibiydi.
Hem son zamanlarda onların da pek ortalarda olduğu söy­
lenemezdi. Susannah ile annem her zaman dışarıda bir şeyler
yapıyorlardı.

Susannah tatlılıkla, “Belly, şu erkek arkadaşını yarın akşam
yemeğe getirir misin?” diye sordu.
Hayır demek istedim ama benim için Susannah ya hayır de­
mek neredeyse imkânsızdı. Özellikle de boşanma süreci yaşar­
ken. Ben de bunun yerine, “Şey... Belki...” dedim.
“Lütfen tatlım. Onunla tanışmayı gerçekten istiyorum.”
Teslim oldum. “Pekâlâ, ona sorarım. Gerçi başka planları
olabilir, söz veremem.”
Susannah ağır başlıkla kafasını salladı. “Sen sor da.”
Ne yazık ki Cam’in başka planı yoktu.
O akşam, yemeği Susannah pişirdi; tofu kızartması yaptı
çünkü Cam vejetaryendi. Cam’in hayranlık duyduğum yanla­
rından biriydi bu ama Jeremiah bana bir bakış atınca biraz sin­
dim. O akşam Jeremiah hamburger pişirdi. O da tıpkı babası
gibi ızgarayı kullanmak için herhangi bir bahaneyi severdi. Bana
da bir tane ister miyim diye sordu ve ben de istememe rağmen
hayır dedim.
Conrad çoktan yemek yemişti ve yukarıda gitar çalıyordu.
Bizimle yemek yemeğe zahmet bile etmemişti. Bir şişe su almak
için aşağı indiğinde de Cam’e merhaba bile demedi.
Jeremiah burgerinin yarısını ağzına tıkarken, “Neden et ye­
miyorsun Cam?” diye sordu.
Cam suyunu yutup “Ben hayvanlan yemeye ahlaken karşı­
yım,” dedi.
Jeremiah ciddi bir şekilde başını salladı. “Ama Belly et yer.
Seni o dudaklarla öpmesine izin mi veriyorsun?” Ardından ken­
di lafına kahkahalarla güldü. Susannah ile annem birbirlerine
gülümsediler.

Yüzümün kızardığını ve yanımdaki Cam’in gerildiğini hisse­
debiliyordum. “Kapa çeneni Jeremiah.”
Cam anneme bakıp atıp huzursuz bir şekilde güldü. “Et ye­
meyi tercih eden insanları yargılamıyorum. Bu kişisel bir ter­
cihtir.”
Jeremiah, “Yani Belly’nin dudaklarının ölü hayvana dokun­
duktan sonra seninkilere dokunmasını önemsemiyorsun?” dedi.
Susannah gıdaklar gibi bir ses çıkardı. “Jere, çocuğu rahat
bırak.”
Ona öfkeyle bakarak “Evet, Jere, onu rahat bırak,” dedim.
Masanın altından da ona sert bir tekme attım. İrkilmesine ne­
den olacak kadar sert.
Cam, “Sorun değil,” dedi. “Hiç önemli değil. Aslında...”
Sonra beni kendine çekip herkesin gözleri önünde hızlıca öptü.
Sadece küçücük bir öpücüktü ama utanç vericiydi.
Jeremiah etkili olsun diye boğazını temizleyerek “Lütfen
yemek masasında Belly’yi öpme,” dedi. “Midemi bulandırı­
yorsun.”
Annem ona başım sallayarak “Belly’nin öpüşmeye izni var,”
dedi. Ardından çatalıyla Cam’i işaret ederek “Ama hepsi bu,”
diye ekledi.
Sonra sanki bu dediği çok komikmiş gibi kahkahaya boğul­
du ve Susannah da gülmemeye çalışarak onu susturmaya uğraş­
tı. “Anne, lütfen, çok komiksin,” dedim. “Annem daha fazla
şarap içmesin.” Ne Cam’in ne de Jeremiah’nın yönüne bakabi­
liyordum.
İşin aslı, Cam’le öpüşmekten fazla bir şey yapmamıştık.
Acelesi yokmuş gibi davranıyordu. Benimle birlikteyken gayet

dikkatliydi; tatlı ve hatta gergin. Diğer çocukların kızlara dav­
ranışlarından tamamen farklıydı. Geçen yaz Jeremiah’yı sahilde
bir kızla yakalamıştım. Çılgın gibilerdi; üzerlerinde kıyafet ol­
masa kesin seks yaparlardı. Yazın geri kalan kısmında bu yüzden
ona az çektirmedim ama Jeremiah’nın pek de umurunda sayıl­
mazdı. Cam’in biraz daha umurunda olmasını umuyordum.
Annem şarabından uzun bir yudum alarak “Belly, şaka yapı­
yorum. Biliyorsun ki kendini keşfetmene açığım,” dedi.
Jeremiah kahkahaya boğuldu. Ayağa kalkarak “Bu kadar ye­
ter. Cam ile yemeğimizi verandada yiyoruz,” dedim. Ardından
da tabağımı alıp Cam’in de kalkmasını bekledim.
Ama kalkmadı. “Belly, sakinleş. Herkes sadece şaka yapıyor,”
dedi ve çatalına pilavla salata alıp onları ağzına tıktı.
Jeremiah başını sallayarak “Onu iyi kontrol ettin Cam,”
dedi. Gerçekten de etkilenmiş görünüyordu.
Mecburen yerime oturdum. Herkesin önünde mahcup ol­
maktan nefret ediyordum ama kendi başıma kalkıp gitseydim,
kimsenin peşimden gelmeyeceğini biliyordum. Yine surat asan
Belly Button olurdum. Bebek gibi davranırken bana böyle der­
lerdi; Steven bunu bulduğu için, kendisini dâhi zannederdi.
“Kimse beni kontrol altında tutmuyor Jeremiah. Hele Cam
Cameron hiç.”
Cam de dâhil herkes o an ıslık çalarak tezahürat yaptı ve
birden, her şey normale döndü, Cam sanki gerçekten buraya ait­
ti. Gevşediğimi hissedebiliyordum. Her şey yolunda olacaktı.
Aslına bakılırsa harika. Tıpkı Susannah’mn vadettiği gibi.
Yemekten sonra Cam ile sahilde yürüyüşe çıktık. Benim için
gece sahilde yürümekten daha iyi bir şey yoktu. Tüm gece ve
1 5 8

okyanus şeninmişçesine, sonsuza dek yürüyebilirsin gibi geli­
yordu. Gece sahilde yürürken, gerçek hayatta söyleyemeyeceğin
şeyler söyleyebilirdin. Karanlıkta bir insanı gerçekten yakın his­
sedebilirdin. İstediğini söyleyebilirdin.
“Geldiğine gerçekten sevindim,” dedim.
Cam elimi tuttu. “Ben de. Ben de sevinmene sevindim,”
dedi.
“Elbette sevindim.”
Kotumun paçasını kıvırmak için elini bıraktım ve Cam de
sessizce, “O kadar da sevinmiş görünmüyordun,” dedi.
“Ama sevindim.” Ona bakıp hızlıca öptüm. “Gördün mü?
Bu sevinçli ben.”
Cam gülümsedi ve tekrar yürümeye başladık. “Güzel. E, bu
oğlanlardan hangisi ilk kez öpüştüğün kişiydi?”
“Sana bunu söyledim mi?”
“Evet. İlk öpücüğünün, on üç yaşındayken sahilde bir oğlan­
la olduğunu söylemiştin.”
“Hım.” Ay ışığı altındaki yüzüne baktım, hâlâ gülümsüyordu.
“Tahmin et.”
“Daha büyük olan, Conrad.”
“Neden böyle düşündün?”
Omuz silkti. “Sadece bir his, sana bakışlarından.”
“Bana bakmaz bile,” dedim. “Ve yanıldın Sextus. O
Jeremiah’ydı.”

^ İ / U \ M /
Bölüm
14 YAŞINDA
! T
aylor, Conrad a, “Gerçek mi cesaret mi?” diye sordu.
Conrad, “Ben oynamıyorum,” dedi.
Taylor suratını astı. “Bu kadar gay olma,” dedi.
Jeremiah, “Gay lafını o şekilde kullanmamalısın,” dedi.
Taylor ağzını bir şey diyecekmiş gibi açıp kapadı. Sonra,
“Bununla bir şey kastetmedim Jeremy. Sadece mızıkçılık yaptı­
ğını söylemek istedim.”
Jeremiah, “Şey, gay tam olarak mızıkçı anlamına gelmiyor,
öyle değil mi?” dedi. Alaycı bir tonda konuşuyordu ama az
ilgi, hiç ilgi görmemekten iyiydi. Muhtemelen Jeremiah, o gün
Taylor’ın Conrad’a gösterdiği ilgiden rahatsız oluyordu.
Taylor derin bir iç çekerek Conrad’a döndü.
“Conrad, mızıkçılık ediyorsun. Bizimle gerçek mi cesaret mi
oyna.”

Conrad onu duymazdan gelip televizyonun sesini biraz daha
açtı. Ardından, elindeki uzaktan kumandayla Taylor’m sesini
kısarmış gibi yaptı ki bu beni kahkahayla güldürdü.
“Tamam, o oynamıyor. Steven, gerçek mi cesaret mi?”
Steven gözlerini devirerek “Gerçek,” dedi.
Taylor’ın gözleri parladı. “Tamam. Claire Cho ile ne ka­
dar ileri gittin?” Taylor’ın bunu uzun zamandır merak ettiğini
ve sormak için doğru anı beklediğini biliyordum. Claire Cho,
Steven’ın ilk senesinin büyük kısmında çıktığı kızdı. Taylor,
Claire’in kalın ayak bilekleri olduğuna yemin ediyordu. Ama
bence Claire’in ayak bilekleri gayet inceydi. Claire Cho’nun
mükemmel olduğunu düşünüyordum.
Steven gerçekten de kızardı. “Buna cevap vermiyorum.”
“Vermelisin. Gerçek ya da cesaret. Eğer sen yapmayacaksan,
burada oturup diğer insanların sırlarını paylaşmasını dinleye­
mezsin,” dedim. Ben de onu ve Claire’i merak ediyordum.
Steven, “Henüz kimse bir sırrını paylaşmadı,” diye itiraz etti.
Taylor, “Paylaşmak üzereyiz Steven,” dedi. “Şimdi erkek ol
ve bize söyle.”
Jeremiah araya girerek “Evet, Steven, erkek ol,” dedi.
Hep birden, “Erkek ol! Erkek ol!” diye tezahürat yaptık ve
Conrad bile cevabı duymak için televizyonun sesini kıstı.
Steven, “Tamam,” dedi. “Eğer sesinizi keserseniz söyleye­
ceğim.
Hemen susup bekledik. “Evet?” dedim.
“Üçüncü aşama,” dedi sonunda.
Kanepeye doğru yaslandım. Üçüncü aşama. Vay. İlginç.
Ağabeyim üçüncü aşamaya gelmişti. Tuhaftı. İğrençti.

Taylor tatminle kızarmıştı. “İyi iş Steven.”
Steven başını sallayarak “Şimdi benim sıram,” dedi. Odada
etrafına bakınırken, neredeyse kanepenin minderlerinin içine
gömülüyordum. Beni seçip bunu yüksek sesle söyletmemesini
umuyordum gerçekten; henüz bir oğlanı öpmemiştim. Steven’ı
tanıdığım için, bunu yapacağını anladım.
Beni şaşırtarak “Taylor. Gerçek mi cesaret mi?” diye sordu.
Oyuna katılıyordu.
Taylor hemen, “Beni seçemezsin çünkü az, önce ben sana
sordum. Başkasını seçmen lazım,” dedi. Söylediği doğruydu,
kural böyleydi.
“Korktun mu Tay-Tay? Neden cesaretini toplamıyorsun?”
Taylor tereddüt etti. “Tamam. Gerçek.”
Steven şeytansı bir şekilde gülümsedi. “Bu odada kimi
öperdin?”
Taylor bunu birkaç saniye düşündü ve sonra yüzüne ka­
narya yemiş kedi ifadesi geldi. Sekiz yaşındayken kız karde­
şinin saçını maviye boyadığımızda yüzünde olan ifadeydi bu.
Herkesin dikkat kesilmesini bekleyip zafer kazanmışçasına,
“Belly,” dedi.
Bir dakika kadar şaşkın bir sessizlik oldu ve sonra Conrad
da en yüksek sesli olmak üzere herkes güldü. Taylor’a sertçe bir
yastık attım.
Jeremiah ona parmağını sallayarak “Bu adil değil, doğru ce­
vap vermedin,” dedi.
Taylor kendini beğenmişçesine, “Evet, verdim,” dedi.
“Belly’yi seçerim. Herkesin en sevdiği küçük kız kardeşe yakın­
dan bak Jeremy. Gözlerinizin önünde afete dönüşüyor.”
1 6 2

Yüzümü bir yastığın arkasına sakladım. Steven’dan da fazla
kızardığımı biliyordum. Nedeni de bunun gerçek olmamasıy­
dı, ben öyle afete falan dönüşmüyordum. “Taylor, kapa çeneni.
Lütfen kapa çeneni.”
Steven, “Evet lütfen çeneni kapa Tay- Tay,” dedi. O da kı­
zarmış gibiydi.
Conrad gözleri hâlâ televizyonda, “O kadar ciddiysen onu
öp,” dedi.
Ona öfkeyle bakarak “Hey,” dedim. “Ben buradayım. İznim
olmadan beni öpemezsin.”
Conrad bana bakarak “Seni öpmek isteyen ben değilim,”
dedi.
Ben de öfkeli bir şekilde, “Ne olursa olsun izin vermiyorum.
İkinize de,” dedim. Büyük bir bebek olmakla suçlanmadan ona
dilimi çıkarabilmeyi diledim.
Taylor çabucak araya girdi. “Ben cesareti değil gerçeği seç­
tim. Bu yüzden şu an öpüşmüyoruz.”
“Şu an öpüşmüyoruz çünkü seni öpmek istemiyorum,” de­
dim. Kısmen çok sinirlendiğimden kısmen de gururum okşan­
dığından kızarmıştım. “Artık bu konuda konuşmayı keselim.
Sorma sırası sende.”
“Tamam. Jeremiah. Gerçek mi cesaret mi?”
Jeremiah tembelce kanepeye yaslanarak “Cesaret,” dedi.
“Tamam. Şu an odadaki birini öp.” Taylor kendine güvenle
ona bakıp bekledi.
Jeremiah’nın bir şey demesini beklerken, sanki tüm odada-
kiler koltuğunun ucunda oturuyordu. Gerçekten yapacak mıydı
bunu? O cesaretten cayacak bir çocuk değildi. Bense onun nasıl

bir şekilde öpeceğini, Fransız öpücüğü mü yoksa hafif bir buse
mi konduracağını merak ediyordum. Aynı zamanda bunun ilk
öpücükleri olup olmadığını da merak ediyordum, belki de hafta
başında, mesela ben onlara bakmadığım bir an, atari salonunda
öpüşmüşlerdi. Öpüştüklerine emindim.
Jeremiah doğruldu. “Çok basit,” dedi ve ellerini ovuşturarak
gülümsedi. Taylor da gülümseyip başını hafifçe yana eğdi ve
saçları hafifçe gözlerine düştü.
Sonra Jeremiah bana doğru eğildi ve “Hazır mısın?” dedik­
ten sonra cevap vermeme fırsat tanımadan beni dudaklarımdan
öptü. Ağzı hafifçe aralıktı ama Fransız öpücüğü falan vermedi.
Onu ittirmeye çalıştım ama o birkaç saniye daha beni öpmeye
devam etti.
Jeremiah’yı bir kez daha ittirdim ve o da gayet rahat bir tavır­
la kanepeye geri yaslandı. Conrad dışında herkesin ağzı açık kal­
mıştı; o asla şaşırmış görünmezdi. Bense nefes almakta güçlük
çekiyordum, ilk kez öpüşmüştüm. Hem de insanların önünde.
Ağabeyimin önünde.
Jeremiah’mn, ilk öpüşmemi bu şekilde çalmasına inanamıyor-
dum. Hep o anı bekliyor, özel olmasını istiyordum. Oysaki ger­
çek mi cesaret mi olayında oluvermişti. Daha ne kadar özellikten
uzak olabilirdi ki? Ve hepsinden de ötesi, Jeremiah bunu benden
hoşlandığı için değil, Taylor’ı kıskandırmak için yapmıştı.
işe yaramıştı da. Taylor gözlerini kısmış, Jeremiah’ya, ken­
disine bir darbe indirmiş gibi bakıyordu. Ki bir bakıma öyle
yapmış sayılırdı.
Steven, “iğrenç,” dedi. “Bu oyun iğrenç. Ben gittim.”
Ardından hepimize iğrenerek bakıp odadan ayrıldı.

PKu8[ H=H= chap17.xhtml Bölüm 18

Bölüm 18

Ben de kalktım, Conrad da. “Görüşürüz,” dedim. “Ve
Jeremiah, bunun için seninle hesaplaşacağım.”
Jeremiah göz kırparak “Bir sırt masajıyla ödeşiriz,” dedi, ben
de kafasına bir yastık fırlatıp kapıyı çarparak kapadım. Onun
yalancıktan flört etmesi en kötüsüydü. Çok alçakça ve küçük
düşürücüydü.
Taylor’ın arkamdan gelmediğini fark etmem, üç saniyemi
aldı. O içeride, Jeremiah’nın salak şakalarına gülüyordu.
Koridorda Conrad bana bilmiş bakışlarından birini atarak
“Hoşuna gittiğini biliyorsun,” dedi.
Ona öfkeyle baktım. “Sen nereden biliyorsun? Sen kimseyi
fark edemeyecek kadar kendinle meşgulsün.”
Conrad yanımdan uzaklaşırken omzunun üzerinden, “Ben
her şeyi fark ederim Belly. Zavallı seni bile,” dedi.
“Canın cehenneme!” dedim çünkü aklıma gelen tek şey buy­
du. Yatak odasının kapısını kapatırken kıkırdadığını duyabili­
yordum.
Odama gidip yatak örtülerinin altına girdim. Gözlerimi
kapayıp az önce olanları tekrar tekrar zihnimde canlandırdım.
Jeremiah’nm dudakları benimkilere değmişti. Dudaklarım artık
benim değildi. Artık onlara dokunulmuştu. Hem de Jeremiah
tarafından. Sonunda beni de biri öpmüştü ve o biri, arkadaşım
Jeremiah olmuştu. Tüm hafta boyunca beni görmezden gelen
arkadaşım Jeremiah.
Taylor ile konuşabilmeyi diledim. İlk öpücüğümü konuşa-
bilmemizi diledim ama bunu yapamazdık çünkü şu an aşağıda
beni öpen çocuğu öpmekle meşguldü. Öyle olduğuna emindim.
Bir saat sonra geri geldiğinde, uyuyor numarası yaptım.
1 6 5

Odanın karşısından, “Belly?” diye fısıldadı.
Bir şey demedim ama etkili olsun diye biraz kıpırdandım.
“Hâlâ uyanık olduğunu biliyorum Belly,” dedi. “Ve seni af­
fediyorum.”
Hemen doğrularak sen mi beni affediyorsun, ama ben, seni
buraya gelip bütün yazımı mahvettiğin için affetmiyorum, demek
istedim. Fakat bunların hiçbirini demedim, sadece uyuyor nu­
marası yapmaya devam ettim.
Ertesi sabah erkenden, saat yediyi biraz geçe uyandım ama
Taylor çoktan gitmişti. Nerede olduğunu biliyordum. Jeremiah
ile güneşin doğuşunu izlemeye gitmişti. O ayrılmadan bir gün
önceki sabah, birlikte sahilde güneşin doğuşunu izlemeyi karar­
laştırmış ama hep uyuyakalmıştık. O gün Taylor’ın sondan bir
önceki günüydü ve bunun için Jeremiah’yı seçmişti.
Mayomu giyip havuza yöneldim. Sabahları dışarısı her zaman
biraz serin olurdu, hava biraz ısırırdı ama umurumda olmazdı.
Sabahları yüzmek bana, öyle olmasa da okyanusta yüzmüş his­
si verirdi. Teoride okyanusta yüzmek kulağa harika geliyordu
ama tuz gözlerimi bunu her gün yapamayacak kadar yakıyor­
du. Hem havuz daha özel, daha benim gibiydi. Diğer herkes de
burada yüzse, sabahları ve geceleri, Susannah sayılmazsa havuz
tamamen benimdi.
Havuza açılan kapıyı açtığımda annemin şezlonglardan bi­
rine oturmuş kitap okuduğunu gördüm. Aslında okumuyordu.
Daha çok kitabı tutuyor ve boşlüğa bakıyordu.
Onu hayallerinden çıkarmak için, “Merhaba anne,” dedim.
Annem şaşırmış hâlde başını kaldırdı.
“Günaydın,” derken boğazını temizledi. “İyi uyudun mu?”

Omuz silkip havlumu onun şezlongunun yanma bırakarak
“Sanırım,” dedim.
Annem elini gözlerine siper ederek başını kaldırıp bana bak­
tı. “Taylor ile eğleniyor musunuz?”
“Çok,” dedim. “Fazlasıyla.”
“Taylor nerede?”
“Kim bilir?” dedim. “Kimin umurunda?”
Annem ilgilenmiyormuş gibi, “Kavga mı ettiniz?” dedi.
“Hayır, sadece onu buraya getirmemiş olmayı dilemeye baş­
ladım, hepsi bu,” dedim.
“İyi arkadaşlar önemlidir. Onlar kız kardeşe en yakın şeydir,”
dedi annem. “Bunu mahvetme.”
Sinirlenerek “Ben bir şey mahvetmedim. Neden her zaman
suçu bana atıyorsun?” dedim.
“Ben seni suçlamıyorum. Neden her zaman her şeyi şahsileş-
tiriyorsun tatlım?” Bana insanı çileden çıkaran soğukkanlılığıyla
gülümsedi. Gözlerimi devirip havuza atladım. Havuz buz gibiy­
di. Su yüzüne çıktığımda, “Öyle yapmıyorum!” diye bağırdım.
Sonra turlarıma başladım ve Taylor ile Jeremiah aklıma ne
zaman gelse, öfkelenip daha hızlı yüzmeye başladım. İşim bitti­
ğinde omuzlarım yanıyordu.
Annem oradan gitmişti ama Taylor, Jeremiah ve Steven ge­
liyorlardı.
Taylor ayaklarını suya daldırarak “Belly, eğer çok yüzersen o
geniş yüzücü omuzlarına sahip olacaksın,” dedi.
Onu duymazdan geldim. Taylor alıştırmadan ne anlardı ki?
Yüksek topuklularla alışveriş merkezinde yürümeyi egzersizden
sayardı o. Sırtüstü durarak “Neredeydiniz?” diye sordum.

Jeremiah belli belirsiz, “Takılıyorduk,” dedi.
Hainler, diye düşündüm. “Conrad nerede?”
Jeremiah bir şezlonga yatarak “Kim bilir? O bizimle takıla-
mayacak kadar havalı,” dedi.
Steven biraz korumacı bir şekilde, “Koşmaya gitti,” dedi.
“Futbol sezonu için forma girmesi gerekiyor. Haftaya idmanlar
için buradan ayrılacak, unuttun mu?”
Hatırlamıştım. O sene Conrad, denemelere zamanında ye­
tişebilmek için yazlıktan erken ayrılmak zorundaydı. Bana hiç
futboldan hoşlanan tiplerden gibi gelmiyordu ama işte, takı­
ma girmek için çalışıyordu. Sanırım Bay Fisher’ın bu konuda
büyük payı vardı; o tam futbolcu tipiydi. Jeremiah da öyleydi.
Ama Conrad, futbolu hiç ciddiye almazdı. Hiçbir şeyi ciddiye
almazdı.
Jeremiah rahat bir tavırla, “Seneye herhâlde ben de takımda
oynarım,” dedi. Etkilendi mi diye anlamak için Taylor’a bir ba­
kış attı. Taylor etkilenmemişti. Jeremiah’ya bakmıyordu bile.
Jeremiah’nın omuzları biraz düştü ve kızgınlığıma rağmen
onun için üzüldüm.
“Jere, benimle yarışır mısın?” dedim.
Omuz silkip ayağa kalktı ve tişörtünü çıkardı. Sonra derin
tarafa yürüyüp daldı. Su yüzüne çıktığında, “Önden başlamak
ister misin?” dedi.
Ona. doğru yüzerek “Hayır, sanırım seni önden başlamadan
da yenebilirim,” dedim.
“Vay canına! Görelim bakalım.”
Havuz boyunca serbest stilde yarıştık ve Jeremiah beni ilk
iki sefer yendi. Ben de onu üçüncü ve dördüncü turda yendim.
168'

Tüm süre boyunca Taylor da bana tezahürat yaptı ki bu sinirimi
daha da bozdu.
Ertesi sabah Taylor yine odada yoktu. Ama bu sefer onlara
katılacaktım. O ve Jeremiah sahilin sahibi değildiler ya. Benim
de güneşin doğuşunu izlemeye en az onlar kadar hakkım vardı.
Kalkıp giysilerimi giydim ve dışarı çıktım.
Onları ilk başta görmedim. Normalden daha uzaktaydılar ve
sırtları bana dönüktü. Jeremiah kolunu Taylor’a dolamıştı ve
öpüşüyorlardı. Güneşin doğuşunu bile izlemiyorlardı. Ama bir
dakika... O Jeremiah değildi. Ağabeyim Steven’dı.
Her şeyin yerli yerine oturduğu o sürprizli sonlu filmlere
benziyordu. Birden hayatım Olağan Şüphelilere, dönüşmüş­
tü ve Taylor da Keyser Soze’ydi. Zihnimden o sahneler geçti.
Didişip duran Taylor ile Steven / Steven’ın o akşam bizimle
sahil yoluna gelmesi / Taylor’ın Claire Cho’nun kalın ayak
bilekleri olduğunu iddia etmesi / Evimde geçirdiği tüm o öğ­
leden sonraları...
Onlara yaklaştığımı duymadılar. Ben de yüksek sesle, “Vay
canına, ilk önce Conrad, sonra Jeremiah, şimdi de ağabeyim
ha,” dedim.
Taylor şaşırmış bir hâlde arkasını dönerken, Steven da şaşır­
mış görünüyordu. “Belly...” diye söze başladı Taylor.
“Kapa çeneni.” O an ağabeyime baktım, o da yerinde kı­
pırdandı. “İki yüzlünün tekisin. Ondan hoşlanmıyorsun bile!
Taylor’ın, saçlarının rengini açarken tüm beyin hücrelerini de
yakmış olması gerektiğini söyledin!”
Steven boğazını temizledi. “Ben hiç böyle bir şey deme­
dim,” derken, bir bana bir Taylor’a bakıyordu. Taylor’ın göz­

leri dolmuştu ve sweatshirt’ünün koluyla sol gözünü siliyordu.
Steven m sweatshirt’üyle. Ağlayamayacak kadar öfkeliydim.
“Jeremiah’ya söylüyorum.”
“Belly, lütfen sakinleş. Bu öfke nöbetleri için artık büyü­
dün,” diyen Steven, kardeşçe bir şekilde de başını sallıyordu.
Kelimeler ağzımdan öfkeli, keskin ve hızlı bir şekilde dökül­
dü. “Cehenneme git.” Ağabeyimle daha önce hiç böyle konuş-
mamıştım. Aslına bakılırsa, kimseyle bu şekilde konuştuğumu
sanmam. Steven gözlerini kırptı.
O an oradan uzaklaşmaya başladım ve Taylor da peşimden
geldi. O kadar hızlı yürüyordum ki bana yetişmek için koşması
gerekmişti. Sanırım öfke insanı hızlandırıyordu.
“Belly, çok özür dilerim,” diye başladı. “Sana söyleyecektim.
Her şey çok hızlı oldu.”
Yürümeyi kesip arkama döndüm. “Ne zaman? Ne zaman
oldu? Çünkü en son gördüğümde her şey Jeremy ile hızlı olu­
yordu, ağabeyimle değil.”
Taylor çaresiz bir biçimde omuz silkti ki bu beni daha da
öfkelendirdi. Zavallı, çaresiz Taylor. “Steven’a her zaman tut­
kundum. Bunu biliyorsun Belly.”
“Aslına bakarsan bilmiyordum. Bana söylediğin için teşek­
kürler.”
“O da benden hoşlanınca buna inanamadım. Düşünemedim.”
“Olay da bu. O senden hoşlanmıyor. Etrafta olduğun için
seni kullanıyor,” dedim. Söylediğimin zalimce olduğunun far-
kındaydım ama doğru olduğunu da biliyordum. Ardından eve
girip onu dışarıda öylece dururken bıraktım.
Taylor arkamdan gelip kolumu tuttu ama onu ittirdim.
1 7 0

Taylor, “Lütfen kızma Belly. Aramızın sonsuza dek aynı ol­
masını istiyorum,” derken, kahverengi gözlerinde yaşlar birik­
mişti. Aslında demek istediği, memelerim büyürken, keman çal­
mayı bırakıp ağabeyini öperken, senin sonsuza kadar aynı kalmanı
istiyorum idi.
“Her şey sonsuza dek aynı kalamaz,” dedim. Onu incitmek
için söylüyordum bunu. Çünkü inciteceğini biliyordum.
“Böyle söyleme Belly.”
“Bunu doğru olduğu için söylüyorum.”
“Özür dilerim, tamam mı?”
Bir saniye uzaklara baktım. “Ona karşı iyi davranacağına söz
vermiştin.”
Taylor elini havada salladı. “Onun umurunda değil.”
“Evet, umurunda. Onu tanımıyorsun.” Benim gibi, diye
de eklemek istedim. “Hiç tahmin etmemiştim böyle, şey gibi
davranacağını...” Taylor’ın beni incittiği gibi onu incitmek için
mükemmel kelimeyi aradım. “Şıllık gibi.”
Taylor kısık bir sesle, “Ben şıllık değilim,” dedi.
Üzerindeki gücüm buydu; varsayılan masumiyetim, onun
varsayılan ucuzluğunun karşısındaydı. Hepsi saçmalıktı. Hiç
düşünmeden kendi konumumu onunkiyle değiştirebilirdim.
İlerleyen saatlerde Jeremiah, onunla Uno oynar mıyım diye
sordu. Tüm yaz bir kez bile oynamamıştık. Bizim geleneği-
mizdi bu. Bir teselli ödülü olsa da onu geri kazandığıma min­
nettardım.
Kâğıtları dağıttı ve oynamaya başladık ama ikimiz de heves­
sizdik. Kafamızda başka şeyler vardı. Taylor hakkında konuş­
mamak gibi dile getirmediğimiz bir karar aldığımızı, belki de
1 7 1

neler olup bittiğini bilmediğini düşündüm ama sonra Jeremiah,
“Keşke onu buraya getirmeseydin,” dedi.
“Keşke.”
Kendi elini düzenlerken, “Biz bizeyken daha iyi,” dedi.
“Evet,” diyerek ona katıldım.
Taylor gittikten sonra, o yazdan sonra, her şey hem eski hâ­
line döndü hem de dönmedi. Taylor ile hâlâ arkadaştık ama
eskiden olduğu gibi en yakın arkadaşlar değildik. Yine de hâlâ
arkadaştık.
O beni tüm hayatım süresince tanıyordu ve geçmişi kaldırıp
atmak zordu. Böylesi, sanki kendinden bir kısmı kaldırıp atma­
ya benziyordu.
Steven anında Taylor’ı görmezden gelip Claire Cho’yu ta­
kıntı yapmaya geri döndü, ikimiz de hiçbir şey olmamış gibi rol
yaptık ama olan olmuştu.

^ İ / U V U /
Bölüm
ve gelişini işittim. Sanırım bütün ev halkı işitti. Tabii
İT
Jeremiah dışında. Çünkü o, top patlasa uyanmazdı.
Conrad, merdivenlerden çıkarken ayağı takılınca küfretti, ar­
dından kapısını hızla kapayıp müzik setinin sesini açtı. Saat
sabahın üçüydü.
Yatakta yaklaşık üç saniye durduktan sonra ayağa fırlayıp
koridorda koşarak onun odasına gittim. Kapıyı iki kere çaldım
ama müziğin sesi o kadar yüksekti ki bir şey duyduğunu san­
mıyordum. Kapıyı açtım. Yatağının kenarına oturmuş, ayak­
kabılarını çıkarıyordu. Başını kaldırdığında, orada durduğumu
gördü. Ayağa kalkıp müzik setinin sesini kısarak “Annen sana
kapı çalmayı öğretmedi mi?” dedi.
“Kapıyı çaldım ama müziğin sesi o kadar yüksekti ki beni
duymadın. Muhtemelen evdeki herkesi uyandırdın Conrad.”
1 7 3

İçeri girip kapıyı arkamdan kapadım. Uzun süredir odasına
girmemiştim. Aynı hatırladığım gibi, son derece derli topluy­
du. Jeremiah’nın odası bomba düşmüş gibi görünürdü ama
Conrad’ınki farklıydı. Kara kalem çizimi hâlâ mantar panoda
asılıydı ve model arabaları da hâlâ şifonyerin üzerinde diziliy­
di. En azından odanın hâlâ aynı olduğunu görmek iç rahatla­
tıcıydı.
Saçları, sanki biri elleriyle onları karıştırmış gibi dağınıktı. O
birisi, muhtemelen Red Sox’lı kızdı. “Beni şikâyet mi edeceksin
Belly? Hâlâ ispiyoncu musun?”
Onu duymazdan gelip masasına doğru yürüdüm. Masasının
hemen üzerinde, futbol üniforması içinde, top kolunun altında,
çerçeveli bir resmi vardı. “Neden futbolu bıraktın?”
“Artık eğlenceli değildi.”
“Futbolu çok sevdiğini sanıyordum.”
“Hayır, seven babamdı,” dedi.
“Sen de seviyormuşsun gibi görünüyordun.” Resimde sert
görünüyordu ama gülmemek için kendini tuttuğunu anlayabi­
liyordum.
“Sen neden dansı bıraktın?”
Dönüp ona baktım. Beyaz düğmeli iş gömleğini çıkarıyordu
ve altında bir tişört vardı.
“Dans ettiğimi hatırlıyor musun?”
“Evet. Küçük bir yer altı cücesi gibi evin içinde dans edip
dururdun.”
Gözlerimi kısarak ona baktım. “Yer altı cüceleri dans etmez.
Bilgin olsun diye söylüyorum, bir balerindim.”
Conrad sırıttı. “O zaman neden bıraktın?”

PKu8[al0l0 chap18.xhtml Bölüm 19

Bölüm 19

Annemle babamın boşandığı zamanlardı. Annem haftanın
iki günü tek başına beni dans okuluna bırakıp alamayacaktı
çünkü bir işe girmişti. Artık buna değmez gibi görünüyordu.
Hem danstan da sıkılmıştım ve Taylor da artık gelmiyordu. Bale
giysileri içindeki görüntümden de nefret ediyordum. Sınıfın
hepsinden önce memelerim çıkmıştı ve sınıf resmimizde öğret­
men gibi duruyordum. Çok utanç vericiydi. Sorusunu yanıtla­
madım. Onun yerine, “Ben gerçekten iyiydim! Şimdiye dek bir
bale topluluğuyla dans edebilirdim,” dedim. Edemezdim. Ne
kadar hayal edersem edeyim, o kadar iyi değildim.
Conrad alaycı bir şekilde, “Ya, tabii,” dedi. Yatakta öylece
otururken, son derece kendini beğenmiş görünüyordu.
“En azından dans edebiliyorum.”
Conrad, “Ne var, ben de dans edebilirim,” diye itiraz etti.
Kollarımı kavuşturarak “Kanıtla,” dedim.
“Kanıtlamama gerek yok. Sana bazı hareketler öğretmiştim,
hatırladın mı? Ne kadar da çabuk unutuyoruz.” Conrad yatak­
tan sıçradı ve elimi tutup beni döndürdü. “Gördün mü? Dans
ediyoruz işte.”
Kolu belimdeydi ve beni bırakmadan önce güldü. “Senden
iyi dansçıyım Belly,” diyerek yatağına yığıldı.
Ona bakakaldım. Onu hiç anlamıyordum. Bir an içine ka­
panık, düşüncelere dalmışken, hemen sonra kahkahalar atıp
beni odada döndürüyordu. “Bunu dans saymam,” dedim.
Gerileyerek odadan çıktım. “Bir de müziğin sesini kısabilir mi­
sin? Bütün evi uyandırdın zaten.”
Gülümsedi. Conrad bana, insanlara, öyle bir bakardı ki eri­
yip ayaklarının dibine akmak isterdiniz.
1 7 5

“Tabii. İyi geceler Bells,” dedi, bin yıl önceki takma adımla.
Onu sevmemek çok zordu. Böyle tatlı olduğunda, neden
onu sevdiğimi bir kez daha hatırlıyordum. Yani, eskiden neden
sevdiğimi.
Her şeyi hatırlıyordum.

© W ^uw caa/ Bölüm
11 YAŞINDA
Vİ V azlıkta dinlediğimiz bir dizi CD vardı ve hepsi bun-
/" T dan ibaretti. Tüm yazı aynı CD’leri dinleyerek geçirir­
dik. Susannah sabahlan Poliçe, öğlenleri Bob Dylan ve akşam
yemeğinde de Bili Holiday dinletirdi. Geceler herkese açıktı.
Doğrusu geceler çok komikti. Jeremiah, The Chronic CD’sini
koyar ve annem de çamaşırları yıkarken ona mırıldanarak eş­
lik ederdi. Rap müzikten nefret etmesine rağmen. Daha sonra
annem de kendi Aretha Franklin CD’sini çalardı ve Jeremiah
da onun tüm sözlerine eşlik ederdi çünkü o CD’leri o kadar
dinlemiştik ki hepsini bilirdik. Benim en sevdiğim müzikse
Motown ile sahil müzikleriydi. Bronzlaşırken, Susannah’nın
eski Walkman’inden onu dinlerdim. O gece Boogie Beach Shag
CD’sini oturma odasındaki büyük müzik setine yerleştirdim ve
Susannah da Jeremiah’yı kapıp dans etmeye başladı. Jeremiah,

Steven, Conrad ve annemle poker oynuyordu. Annem pokerde
çok iyiydi.
İlk başta Jeremiah itiraz etti ama sonra dans etmeye başladı.
Shag dedikleri, 1960’lar stili bir sahil dansıydı. Susannah başını
geriye atıp kahkaha atarken, Jeremiah da onu döndürürken iz­
ledim ve ben de dans etmek istedim. Ayaklarım neredeyse dans
etmek için kaşınıyordu. Bale ve modern dans yapıyordum ne de
olsa, ne kadar iyi olduğumu onlara gösterip hava atabilirdim.
Ayak parmağımla Steven’ı dürterek “Steve, benimle dans et,”
dedim. Yerde karın üzeri yatmış, Susannah’lara bakıyordum.
Steven, “Ya tabii,” dedi ama nasıl dans edeceğini bildiğinden
değil.
Susannah, Jeremiah onu tekrar döndürürken yüzü kızararak
“Connie, Belly ile dans et,” dedi.
Conrad’a bakmaya cesaret edemedim. Ona olan sevgimin ve
dansa evet demesi için duyduğum ihtiyacın, yüzümden okuna­
cağından korkuyordum.
Conrad iç çekti. O zamanlar hâlâ, doğru olanı yapmak ko­
nusunda kararlıydı. O nedenle elini uzatarak beni kaldırdı.
Titreyerek ayağa kalktım. Elimi bırakmadı. Ayaklarını yerde
sürterek “Böyle shag yapılır,” dedi. “Bir-iki-üç, bir-iki-üç, geri.”
Tam anlamam için bir iki defa yapmam gerekti. Dans gö­
ründüğünden zordu ve ben de gergindim. Steven kenardan,
“Ritme göre ayarla kendini,” dedi.
Annem kanepeden, “Bu kadar gergin görünme Belly. Bu ra­
hat bir dans,” dedi.
Onları duymazdan gelip sadece Conrad’a bakmaya çalıştım.
“Bu dansı nasıl öğrendin?” diye sordum.
1 7 Q

Conrad, “Annem ikimize de öğretti,” dedi. Sonra beni ken­
dine çekip kollarımı kendininkilere doladı ve yan yana adım
atmaya başladık. “Buna kucaklaşma deniyor.”
En sevdiğim kısım kucaklaşmaydı. Conrad’a en yakın ol­
duğum andı. Kafam karışmış gibi yaparak “Tekrar yapalım,”
dedim.
Conrad kolunu benimkinin üzerine koyarak tekrar gösterdi.
“Gördün mü? Şimdi kapıyorsun.”
Beni çevirdi ve başımın döndüğünü hissetim. Katıksız, saf
bir sevinçle.
1 7 9

Bölüm
rtesi günün tamamını Cam’le okyanusta geçirdim. Bir
piknik sepeti hazırlamıştık. Cam, Susannah ’nın ev ya­
pımı mayonezi ve tam buğday ekmeğiyle avokadolu, Brüksel
lahanalı sandviçler hazırlamıştı. Lezzetliydiler de. Okyanusta
saatlerce kaldık gibi geldi. Bir dalga oluşmaya başladığı her
sefer birimiz gülmeye başlıyor, ardından su tarafından ele ge-
çiriliyorduk. Gözlerim tuzlu deniz suyundan ötürü yanıyordu
ve kumların sürtmesinden, sanki annemin duşta kullandığı
kayısılı ölü deri arındırıcısını kullanmışım gibi tenim sızlıyor­
du. Harikaydı.
Tökezleyerek havlularımıza geri döndük. Okyanusta üşüyüp
ıslandıktan sonra havlulara koşup güneşin, üzerimdeki kumu
kavurmasına izin vermeye bayılıyordum. Bütün gün yapabilir­
dim bunu. Okyanus, kum, okyanus, kum.

Yanıma çilekli yumuşak şekerlerden almıştım, onları o ka­
dar çabuk yedik ki dişlerim ağrıdı. Sonuncu şekere de uzanarak
“Bunlara bayılıyorum,” dedim.
Cam onu elimden kaptı. “Ben de. Ye sen üç tane yedin, ben­
se sadece iki,” deyip şekerin paketini açtı. Sırıtarak onu ağzımın
önünde sallandırdı.
“Onu geri vermek için üç saniyen var,” diye uyardım. “İster
sen iki ben yirmi tane yemiş olayım, umurumda değil. Burası
benim evim.”
Cam güldü ve hepsini ağzına attı. Yüksek sesle çiğneyerek
“Burası senin evin değil, Susannah’nın evi,” dedi.
“Sen öyle san. Burası hepimizin evi,” diyerek havluma
geri yattım. Birden gerçekten susamıştım. Nedeni şekerlerdi.
Özellikle de üç dakika içinde üç tane yemem. Cam’e gözlerimi
kısarak “Evimize gidip meyve suyu getirebilir misin? Lütfen?”
dedim.
Cam üzgünce başını sallayarak “Bir günde senin kadar şeker
tüketen kimseyi tanımıyorum,” dedi. “Beyaz şeker şeytandır.”
“Bunu son şekeri yiyen çocuk söylüyor,” diye atakta bu­
lundum.
“İsraf etmemek gerekir,” dedi. Ardından ayağa kalkıp şor­
tundaki kumları silkeledi. “Sana meyve suyu değil de su getire­
ceğim.”
Ona dilimi çıkarıp yuvarlandım. “Sadece çabuk ol.”
Cam ise çabuk davranmadı. Havlularımızı, güneş kremimizi
ve çer çöpümüzü yüklenip çöldeki bir deve gibi güçlükle nefes
alıp vererek ter içinde eve geri döndüğümde, kırk beş dakikadır
ortada yoktu. Cam oturma odasında oğlanlarla video oyunu oy­
1 R 1

nuyordu. Hepsi mayoları içinde uzanmıştı. Tüm yaz mayoları­
mızı pek üzerimizden çıkarmazdık.
Plaj çantamı yere atarak “Meyve suyumla geri geldiğin için
teşekkürler,” dedim.
Cam başını oyundan suçlulukla kaldırdı. “Benim suçum.
Çocuklar benim de oynamamı istedi, ben de...” Sesi kesildi.
Conrad, “Özür dileme,” diye tavsiyede bulundu.
Jeremiah başparmağını kumandaya sıkıştırarak “Evet, ne
yani, onun kölesi misin? Şimdi de sana meyve suyunu mu getir­
tiyor?” dedi. Şaka yaptığını belirtmek için de dönüp bana güldü.
Conrad bir şey demedi, ben de ona bakmadım. Gerçi bana
baktığını hissedebiliyordum.
Kendi arkadaşım varken bile, nasıl oluyordu da kendimi
dışlanmış hissediyordum? Hiç adil değildi. Cam’in, bunun bir
parçası olduğuna sevinmesi adil değildi. O gün çok da güzel
geçmişti üstelik.
“Annemle Susannah nerede?” diye çıkıştım.
Jeremiah umursamazca, “Bir yere gittiler,” dedi. “Belki de
alışverişe.”
Annem alışverişten nefret ederdi. Susannah onu sürüklemiş
olmalıydı.
Meyve suyum için mutfağa gittim. Conrad kalkıp beni ta­
kip etti. Onun olduğunu anlamak için arkama bakmama gerek
yoktu. .
Kendime bir büyük bardak üzüm suyu koyuyor ve orada
durmuş beni izlediğinin farkında değilmişim gibi davranıyor­
dum. Conrad sonunda, “Beni görmezden gelmeye devam mı
edeceksin?” dedi.
1 82

“Hayır,” dedim. “Ne istiyorsun?”
İç çekip yaklaştı. “Neden böyle davranmak zorundasın?”
Sonra da öne eğildi, bana fazla yaklaşmıştı. “Ben de biraz alabi­
lir miyim?”
Bardağı tezgâha bırakıp uzaklaşmaya davrandım ama Conrad
bileğimi tuttu. Sanırım sesli bir şekilde nefesimi tuttum. “Haydi
Bells,” dedi.
Parmakları soğuktu. Onun her zaman soğuk olması gibi.
Birden kendimi üzerime sıcak basmış gibi hissettim. Elimi geri
çektim. “Beni rahat bırak.”
“Neden bana kızgınsın?” Hem kafası karışmış hem kaygılan­
mış görünüyordu. Çünkü ona göre ikisi bağlantılıydı; eğer kafası
karışmışsa kaygılanırdı. Nadiren kafası karıştığından da nadiren
kaygılanırdı. Benim için şimdiye dek kesinlikle kaygılanmamış-
tı. Onun için önemsizdim. Her zaman öyle olmuştum.
“Gerçekten umurunda mı?” Kalbimin göğsümde hızla çarp­
tığını hissedebiliyordum. Cevabını beklerken ürperiyor ve ken­
dimi tuhaf hissediyordum.
“Evet,” diyen Conrad, kendisi de buna inanamazmış gibi
şaşkın görünüyordu.
Sorun, bunu bilemememdi. Zihnimi allak bullak ediyor­
du. Bir an bana iyi davranırken hemen sonra soğuk oluyordu.
Hatırlamak istemediğim şeyler hatırlatıyordu bana. Cam ile iş­
ler gerçekten iyi gidiyordu ama ne zaman ondan emin olduğu­
mu düşünsem, Conrad bana değişik bir şekilde bakıyor ya da
beni döndürüyor veya bana Bells diyordu. Ve her şey önemini
yitiriyordu.
“Neden gidip bir sigara içmiyorsun?” dedim.
1 Q 7

Conrad’ın çenesindeki bir kas oynadı. “Tamam,” dedi.
Onu sonunda sinir ettiğimi düşünüp hem suçluluk hem de
tatmin hissettim. O da bana, “Neden sen de gidip kendine ay­
nada biraz daha bakmıyorsun?” dedi.
Sanki bana tokat atmıştı. Sarsıldım. Yakalanmak, birisinin
senin zayıf taraflarından birini görmesi, küçük düşürücüydü.
Beni aynada hayranlıkla kendime bakıp incelerken mi yakala­
mıştı? Şimdi herkes boş ve sığ biri mi olduğumu düşünüyordu?
“Belly-” diye söze başladı. Söylediğine pişmandı. Yüzünden
okunuyordu.
Oturma odasına yürüyüp onu orada bıraktım. Cam ile
Jeremiah bana bir şeyler olduğunu biliyormuş gibi baktılar. Bizi
duymuşlar mıydı? Önemi var mıydı?
“Bir sonraki oyun benim,” dedim. Eski takıntıların yavaşça
sönüp sonra birden ölüp ölmediğini düşündüm.

PKu8[C33 chap19.xhtml Bölüm 20

Bölüm 20

T
7
© U ^ / 9 ^ v u > l / Bölüm
Q ^ am tekrar geldi ve geç saatlere dek kaldı. Gece yarısı civa­
rı, sahilde yürümeye gitmeyi isteyip istemediğini sordum.
El ele tutuşarak sahile yürümeye gittik. Okyanus gümüş ren­
gi ve dipsizdi, sanki milyonlarca yıllıkmış gibi görünüyordu.
Sanırım öyleydi de. Cam, “Gerçek mi cesaret mi?” diye sordu.
Gerçekleri konuşma modunda değildim. Birden aklıma bir
fikir geldi. Fikir şuydu. Çıplak denize girmek istiyordum. Cam
ile. Büyük çocuklar sahilde böyle yaparlardı, arabalı sinemada
takılmak gibi, Eğer çırılçıplak denize girersek, bu sanki büyüdü­
ğümün kanıtı olacaktı.
Ben de, “Cam, onun yerine, Ne Tercih Edersin oynayalım.
Tam bu anda çırılçıplak denize mi girmek istersin yoksa...” de­
dim ama gerisini getiremedim. Bir yoksa seçeneği bulmakta zor­
lanıyordum.
1 8 5

Cam sırıtarak “İlki, ilki,” dedi. “Ya da ikisi birden, İkincisi
her neyse.”
Birden kendimi neredeyse sarhoş gibi hissettim. Onun ya­
nından koşarak uzaklaşıp suya doğru giderken sweatshirt’ümü
kuma fırlattım. Giysilerimin altında bikinim vardı. Şortumun
düğmelerini açarken, “Kurallar şunlar,” diye seslendim. “Suya
tam olarak gömülene dek çırılçıplak kalmak yok! Gizlice bak­
mak da yok!”
Cam her tarafa kumlar sıçratıp bana doğru koşarak “Bekle,”
dedi. “Bunu gerçekten yapıyor muyuz?”
“Şey, evet. İstemiyor musun?”
“Evet ama ya annen bizi görürse?” Cam eve doğru baktı.
“Görmez. Evden burası görünmez, çok karanlık.”
Cam bir bana bir eve baktı. Kuşkuyla, “Belki daha sonra,”
dedi.
Ona bakakaldım. Beni ikna etmesi gereken o değil miydi?
“Ciddi misin?” Gerçekten demek istediğimse, s en gay misin,
idi.
“Evet. Yeterince geç değil. Ya insanlar hâlâ uyanıksa?”
Sweatshirt’ümü alıp bana verdi. “Belki daha sonra geliriz.”
Ama bunu istemediğini biliyordum.
Bir yanım deli gibi kızgınken, bir yanım rahatlamıştı.
Canının fıstık ezmeli ve muzlu bir sandviç çekmesi ama iki ısı­
rıktan sonra bunu istemediğini anlaman gibiydi.
Sweatshirt’ümü onun elinden hızla çekerek “Bana iyi­
lik yapma Cam,” dedim. Sonra da kumları savurarak elim­
den geldiğince hızlı yürüdüm. Beni takip edeceğini sandım
ama etmedi. Ne yaptığını görmek için başımı da çevirmedim.

Muhtemelen kumlara oturmuş, ay ışığında o aptal şiirlerinden
birini yazıyordu.
İçeri girer girmez mutfağa daldım. Bir ışık yanıyordu;
Conrad masada oturmuş, karpuz yiyordu. Alaycı bir şekilde,
“Cam Cameron nerede?” diye sordu.
Kibar mı davranıyor yoksa benimle dalga mı geçiyor diye
karar verebilmek için bir an düşünmem gerekti. Yüz ifadesi nor­
mal ve uysaldı. Ben de hem kibar hem de alaycı olduğuna karar
verdim. Eğer önceki kavgamız yaşanmamış gibi davranacaksa,
ben de öyle yapacaktım.
Buzdolabını karıştırıp bir kap yoğurt çıkararak “Kim bilir,”
dedim. “Kimin umurunda?”
“Sevgililer tartıştı mı?”
Conrad’ın yüzündeki alaycı ifade karşısında ona tokat atmak
istedim. “Kendi işine bak,” deyip elimde bir kaşık ve çilekli yo­
ğurtla yanma oturdum. Susannah’nın yağsız yoğurtlarındandı
ve üstü sulanmış gözüküyordu. Yoğurdun alüminyum kapağını
kapatıp ittirdim.
Conrad karpuzu bana doğru uzattı, “insanlara bu kadar sert
olmamalısın Belly,” dedi. Ardından ayağa kalkarak ekledi. “Bir
de tişörtünü giymelisin.”
Bir karpuz alıp Conrad uzaklaşırken ona dil çıkardım.
Neden kendimi hâlâ on üç yaşındaymışım gibi hissetmeme ne­
den oluyordu ki? Zihnimde annemin sesini duydum: “Kimse
senin başka biriymiş gibi hissetmene neden olamaz Belly. Senin
iznin olmadan olmaz. Bunu Eleanor Roosevelt söylemiş. Sana
neredeyse onun adını veriyordum.” Bla, bla, bla. Yine de annem
haklı sayılırdı. Ona artık kendimi kötü hissettirme iznini vermi­
1 R 7

yordum. Sadece saçlarımın ıslak olmasını ya da kıyafetlerimde
kum olmasını isterdim ki Conrad, gerçek bu olmasa da bir şey­
ler yaptığımızı sansın.
Masada oturup karpuz yedim. Yarısına gelene dek yedim.
Cam’in içeri gelmesini bekliyordum ve o gelmeyince iyice öf­
kelendim. Bir yanım, kapıyı suratına kilitlemeyi düşünüyordu.
Muhtemelen evsiz biriyle tanışır ve onunla çok iyi arkadaş olup
ertesi gün bana adamın hayat hikâyesini anlatırdı. Gerçi sahilin
bu kesiminde evsiz kimse olmazdı. Cousins’da da evsiz kimse
görmüş değildim. Ama eğer varsa, Cam onu bulurdu.
Fakat Cam eve geri gelmedi. Gitti. Arabasının sesini işittim
ve evin önünden geri geri yola çıkarken, aşağı katın koridorun­
dan onu izledim. Arabasının arkasından koşup ona bağırmak
istiyordum. Geri gelmesi gerekiyordu. Ya her şeyi mahvetmiş­
sem ve artık benden hoşlanmıyorsa ne olacaktı? Ya onu bir daha
görmezsem?
O gece yatağıma uzanıp yaz aşklarının ne kadar çabuk başla­
dığını ve ne çabuk bittiğini düşündüm.
Ama ertesi sabah tostumu yemek İçin verandaya gittiğim­
de, sahile inen merdivenlerin orada boş bir su şişesi buldum.
Cam’in her zaman içtiği Poland Spring şişesiydi. Şişenin içinde
bir parça kâğıt, bir not vardı. Mürekkep biraz dağılmıştı ama
notta yazanı hâlâ görebiliyordum. “Sana bir çırılçıplak yüzme
borcum var.”

V eremiah, o cankurtaranlık yaparken kendisiyle gelip ha-
( j vuzda takılabileceğimi söylemişti. Daha önce hiç kasaba
kulübünün havuzuna gitmemiştim. Orası kocaman ve şık bir
yer olduğundan, hemen bu fırsata atladım tabii. Kasaba kulü­
bü gizemli bir yere benziyordu. Conrad bir önceki yaz nedense
oraya gitmemize izin vermemiş, bunun utanç verici olacağını
söylemişti.
Öğleden sonra bisikletimle oraya gittim. Her şey yemyeşil­
di; kulübün etrafı bir golf alanıyla çevriliydi. Üzerinde bir pano
olan masanın başında bir kız duruyordu, ona gidip Jeremiah’yı
görmeye geldiğimi söyleyince kız beni içeri aldı.
Jeremiah’yı o beni görmeden önce gördüm. Cankurtaran is­
kemlesine oturmuş, beyaz bikinili, siyah saçlı bir kızla konuşu­
yordu. Jeremiah da kız da gülüyordu. O iskemlede çok önemli

biriymiş gibi görünüyordu. Onu daha önce hiç gerçek bir işin
başında görmemiştim.
Birden utandım. Şıpıdık terliklerimle kaldırımda ses çıkara­
rak yavaşça yürüdüm. Birkaç metre uzaktan, “Hey,” dedim.
Jeremiah iskemlesinden aşağı bakıp bana gülümsedi.
“Gelmişsin,” derken gözlerini kısmış, elini gözlerine siper yap­
mıştı.
“Evet.” Keten çantamı bir sarkaç gibi bir ileri bir geri sal­
lıyordum. Çantanın üzerinde el yazısıyla adım yazıyordu.
Susannah’dan bir hediyeydi ve L.L. Bean’den alınmıştı.
“Belly, bu Yolie. Cankurtaran arkadaşım.”
Yolie uzanıp elimi sıktı. Bikini içindeki biri için el sıkmak,
resmi bir hareket gibi geldi. Elimi sıkarken kuvvetlice tutup
sıktı ki annem bundan hoşlanırdı. “Merhaba Belly,” dedi.
“Hakkında çok şey duydum.”
“Öyle mi?” diyerek Jeremiah’ya baktım.
Jeremiah sırıttı. “Evet. Ona çok gürültülü horladığından ve
seni alt kattan bile duyabildiğimden bahsettim.”
Jeremiah’nın ayağına vurdum. “Kapa çeneni.” Yolie’ye dö­
nerek “Tanıştığımıza sevindim,” dedim.
Bana gülümsedi. İki yanağında da gamzesi vardı ve alt diş­
lerinden biri yamuktu. “Ben de. Jere, şimdi ara vermek ister
misin?”
Jeremiah, “Biraz sonra,” dedi. “Belly, sen git de biraz güneş
hasarın üzerinde çalış.”
Ona dil çıkarıp havlumu çok da uzak olmayan bir şezlonga
serdim. Havuz mükemmel bir turkuaz rengiydi ve biri alçak biri
de daha yüksek iki atlama tahtası vardı. Havuzda birbirlerine

suç sıçratan bir sürü çocuk yüzüyordu ve ben de, sıcağa daya-
namadığımda yüzerim, diye düşündüm. Güneş gözlüğüm takılı,
gözlerim kapalı bronzlaşıp müzik dinleyerek öylece yattım.
Bir süre sonra Jeremiah geldi. Şezlongumun kenarına oturup
termostaki meyve suyumdan içti. “Güzel kız,” dedim.
“Kim? Yolie mi?” Jeremiah omuz silkti. “İyidir. Birçok hay­
ranımdan biri.”
“Ha ha!”
“Peki, sende ne var ne yok? Cam Cameron, ha? Vejetaryen
Cam. Yeşilay Cam.”
Gülmemeye çalıştım. “Ne olmuş? Ondan hoşlanıyorum.”
“Biraz sıkıcı.”
“Ben onda bunu seviyorum. O... Farklı.”
Jeremiah hafifçe suratını astı. “Kimden farklı?”
“Bilmiyorum.” Ama biliyordum. Kimden farklı olduğunu
gayet iyi biliyordum.
“Conrad gibi bir hödük değil mi demek istiyorsun?”
Güldüm, Jeremiah da güldü. “Evet, kesinlikle. İyi biri.”
“Sadece iyi, ha?”
“İyiden fazlası.”
“O zaman artık ondan hoşlanmıyorsun? Gerçekten?”
Jeremiah’nın ondan derken kimi kastettiğini ikimiz de biliyorduk.
“Evet,” dedim.
Jeremiah bana yakından bakarak “Sana inanmıyorum,” dedi.
Tıpkı Uno oynarken elimi tahmin etmeye çahştiğı zamanlarda­
ki gibi bakıyordu.
Güneş gözlüğümü çıkarıp gözlerinin içine baktım. “Bu doğ­
ru. Onu bitirdim.”

Jeremiah ayağa kalkarken, “Göreceğiz,” dedi. “Molam bitti.
Burada iyi misin? Buralarda kal da birlikte dönelim. Bisikletini
arabanın arkasına koyarım.”
Başımı olumlu anlamda salladım ve Jeremiah’yı cankurtaran
iskemlesine yürürken izledim. O iyi bir arkadaştı. Her zaman
bana karşı iyi olmuş, beni kollamıştı.

Ö U o y
Bölüm
^J^ynnem ile Susannah şezlonglarda otururken ben de eski bir
Ralph Lauren plaj havlusu üzerinde uzanıyordum. En sev­
diğim havluydu çünkü uzundu ve çok defa yıkanmaktan yu­
muşamıştı.
Annem, “Bu akşam ne yapıyorsun fasulyem?” dedi. Bana
böyle demesine bayılırdım. Bana altı yaşındayken, annemin ya­
tağında uyuyakaldığım zamanları hatırlatırdı.
Onlara gururla, “Cam ile Putt Putt’a gideceğiz,” dedim.
Çocukken her zaman mini golf oynamaya giderdik. Bay
Fisher bizi götürür, oğlanları birbirine karşı kışkırtırdı. “Topu
ilk kez deliğe sokana yirmi dolar.” “Kazanana yirmi dolar.”
Steven buna bayılırdı. Sanırım Bay Fisher’ın babamız olmasını
istiyorduk. Conrad onun gibi olmayı çok istiyor, ben de olma­
masını diliyordum. Yani onun gibi olmamasını.

Putt Putt’a en son on üç yaşındayken gitmiş ve ilk kez regl
olmuştum. Beyaz şort giyiyordum ve Steven de korkmuştu. Bir
yerimi kestiğimi falan düşünmüştü; bir an için ben de öyle san­
mıştım. Regl olduktan sonra bir daha oraya gitmek istememiş­
tim. Oğlanlar beni davet etse bile. Cam ile oraya geri gitmek,
Putt Putt’u tekrar sahiplenmek, onu on iki yaşındaki hâlim için
geri almak gibiydi. Hatta gitmek benim fikrimdi.
Annem, “Eve erken gelebilir misin? Birlikte biraz vakit geçir­
mek, belki bir film falan izlemek istiyorum,” dedi.
“Ne kadar erken? Siz saat dokuz gibi yatıyorsunuz,” dedim.
Annem güneş gözlüğünü çıkarıp bana baktı. Gözlüğünün
durduğu yerde, burnunda iki iz çıkmıştı. “Evde daha fazla za­
man harcamanı isterdim.”
Beni duymamış gibi davranıyordu. “Bu çocukla çok fazla za­
man geçiriyorsun ve... ”
“Onu beğendiğini söylemiştin!”
Destek için Susannah’ya baktım. Susannah araya girdi.
“Cam’i seviyoruz. Sadece seni özlüyoruz Belly. Senin de bir
hayatın olduğu gerçeğini kabul ettik.” Yamuk hasır şapkasını
düzeltip bana göz kırptı. “Sadece bizi de biraz dâhil etmeni is­
tiyoruz.”
Gülümsemeden edemedim. “Tamam,” diyerek havluya
uzandım. “Eve erken geleceğim. Bir film izleriz.”
Annem, “Anlaştık,” dedi.
Gözlerimi kapayıp kulaklıklarımı taktım. Belki de annem
haklıydı. Tüm zamanımı Cam ile geçiriyordum. Belki de ger­
çekten beni özlüyordu. Sadece, diğer her yaz yaptığım gibi, her
geceyi evde geçirmemi bekleyemezdi. Neredeyse on altı yaşın­
1 94

PKu8[88 chap20.xhtml Bölüm 21

Bölüm 21

daydım, bir yetişkin sayılırdım. Annem sonsuza dek onun fasul­
yesi olarak kalamayacağımı kabul etmeliydi.
Konuşmaya başladıklarında uyuyakaldığımı sandılar. Ama uyu­
muyordum. Müzik varken bile her dediklerini duyabiliyordum.
Annem alçak sesle, “Conrad felaket davranıyor,” dedi. “Bu
sabah bira şişelerini benim temizlemem için havuz başında bı­
rakmış. Kontrolden'çıkıyor artık.”
Susannah iç çekti. “Sanırım bir şeyler döndüğünü biliyor.
Aylardır böyle davranıyor. Çok hassas, bunun onu daha çok et­
kileyeceğini biliyorum.”
“Sence de artık oğlanlara söylemenin vakti gelmedi mi?”
Annem ne zaman sence de dese aslında, bence öyle, sen de öyle
yapmalısın, anlamına gelirdi bu.
“Yaz bittiğinde. Zaten az kaldı.”
Annem, “Beck,” diye söze başladı. “Bence şimdi zamanı.”
Susannah, “Zamanını ben bilirim,” dedi. “Beni zorlama
Laur.”
Annem ne dese Susannah’nın fikrini değiştirmeyeceğini bili­
yordum. Susannah yumuşak mizaçlıydı ama kararlıydı ve istedi­
ği zaman keçi kadar inatçı olabiliyordu. Tüm o yumuşaklığının
altında, çelik gibi katıydı.
Onlara, Conrad da Jeremiah da zaten biliyor demek istedim
ama diyemedim. Doğru olmazdı. Söylemek bana düşmezdi.
Susannah bunun mükemmel bir yaz olmasını istiyordu.
Ebeveynlerin hâlâ beraber oldukları, her şeyin eskiden olduğu
gibi sürdüğü bir yaz. Ama öyle yazlar artık yoktu. Ona bunu
söylemek istiyordum.

T
7
ö t u / y ^ e ^ İ ^ U V İ / Bölüm
â
ün batımına doğru Cam beni mini golfe götürmek üzere
aldı. Onu ön verandada bekledim ve evin önüne yaklaştı­
ğında arabasına koştum. Sürücü koltuğuna geçmektense, doğ­
ruca şoför tarafına yürüdüm. “Ben kullanabilir miyim?” diye
sordum. Evet diyeceğini biliyordum.
Bana soğuk bir edayla başını sallayarak “Bir insan sana nasıl
hayır der ki?” dedi.
Gözlerimi kırptım. Doğru olmasa da, “Kimse demez zaten,”
dedim. Arabanın kapısını açtım, Cam de yana kaydı.
Yola çıkarken ona, “Eve erken dönmem gerekiyor,” dedim.
“Sorun değil.” Cam boğazını temizledi. “Iıı, biraz yavaşlaya­
bilir misin? Bu yoldaki hız limiti 35.”
Ben araba kullanırken Cam de bana bakarak gülümseyip
durdu.
196

“Ne oldu? Neden gülümsüyorsun?” diye sordum. İçimden
tişörtümle yüzümü örtmek geçti.
“Burnun kayak pisti gibi değil de kaymayı öğrendiğin bir
pist gibi.” Uzanıp burnuma dokundu. Eline vurdum.
“Burnumdan nefret ederim,” dedim.
Cam kafesi karışmış gibi göründü. “Neden ki? Burnun çok
tatlı. Bir şeyi güzel kılan, kusurlarıdır.”
Söylediği şeyin, güzel olduğumu düşünmesi mi anlamına
geldiğini merak ettim. Benden kusurlarım yüzünden mi hoş­
landığını da merak ettim.
Planladığımdan daha fazla dışarıda kaldık. Önümüzdekiler
durmadan öpüşmek için duran bir çiftti ve her delikte bir sürü
zaman harcıyorlardı. Çok sinir bozucuydu. Onlara, mini golf,
koklaşmak için gelinecek yer değil, demek istiyordum. Onun için
arabalı sinemalar var. Sonra da Cam acıktı, o yüzden midye kı­
zartması için durduk ve saat on olmuştu. Annemle Susannah’nın
çoktan uyuduklarını biliyordum.
Cam eve kadar arabayı kullanmama izin verdi. Sormama
bile gerek kalmamış, bana anahtarları uzatmıştı. Eve vardığı­
mızda motoru kapadım. Evde Conrad’ın odasının dışındaki
tüm ışıklar kapalıydı. Cam’e, “Henüz içeri girmek istemiyo­
rum,” dedim,
“Evde erken olman gerektiğini sanıyordum.”
“Gerekiyordu, Gerekiyor. Ama kendimi henüz içeri girmeye
hazır hissetmiyorum.” Radyoyu açtım ve orada beş dakika mü­
zik dinleyerek oturduk.
Cam boğazını temizleyerek “Seni öpebilir miyim?” diye
sordu.
1 9 7

Keşke sormasaydı. Sadece yapsaydı. Sormak her şeyi tuhaf­
laştırıyordu. Beni evet demem gereken bir pozisyona sokuyor­
du. Ona gözlerimi devirmek istedim ama bunun yerine, “Iıı,
tamam. Ama bir dahaki sefere sorma lütfen. Birisine öpüşmek
istiyor musun diye sormak garip. Bunu sadece yapman gerekir,”
dedim.
Cam’in suratındaki ifadeyi görür görmez de bunu dediği­
me pişman oldum. Cam kızarmış bir suratla, “Aldırma,” dedi.
“Sorduğumu unut.”
“Cam, özür dile...” Ben daha cümlemi bitiremeden eğilip
beni öptü. Yanağı biraz batıyordu ama güzel hissettiriyordu.
Öpüşmemiz bitince, “Oldu mu?” dedi.
Gülümseyerek “Oldu,” dedim. Kemerimi açtım. “İyi geceler.”
Ben arabadan çıkınca Cam da şoför koltuğuna geçti. Sarıldık
ve o an Conrad’ın bizi izlemesini içimden geçirdiğimi fark et­
tim. Şimdi bu önemli olmasa da, ondan artık hoşlanmasam da.
Conrad’ın artık ondan hoşlanmadığımı gerçekten bilmesini is­
tiyordum. Kendi gözleriyle görmesini.
Ön kapıya koştum. Cam’in arabasıyla uzaklaşmadan önce
içeri girmemi bekleyeceğini bilmek için arkamı dönmeme gerek
yoktu.
Ertesi gün annem bir şey demedi ama demesine gerek yoktu.
Tek kelime bile etmeden bana kendimi suçlu hissettirebilirdi.

A -jlX \M A A / Bölüm
vJ
aş günüm her zaman yazın sonuna yaklaştığımızı hatır-
latırdı. Sabırsızlıkla beklediğim son şeydi. On altı yaşı­
ma giriyordum. On altı yaş özeldi; gerçekten önemliydi. Taylor
kendi on altıncı yaş partisi için bir salon kiralıyordu, kuzeni
de partide DJ’lik yapacaktı ve bütün okulu davet ediyorlardı.
Yıllardır bunu planlıyordu. Benim buradaki yaş günlerim ise
her zaman aynıydı; pasta, oğlanlardan komik hediyeler ve ka­
nepede Susannah ile annemin arasında oturup eski fotoğraf al­
bümlerine bakmak. Kutladığım her doğum günüm burada, bu
evde olmuştu. Annemin hamileyken, elinde bir bardak buzlu
çayla, başında geniş siperlikli bir şapka ve karnında benle ve­
randada otururkenki resimleri vardı. Conrad, Steven, Jeremiah
ve benim sahilde koştururken resimlerimiz vardı; ben başımda
doğum günü şapkası, çırılçıplak hâlde peşlerinden koşturuyor­

dum. Annem dört yaşıma gelene dek bana mayo giydirmemişti.
Öyle çırılçıplak dolaşmama İzin vermişti.
Şimdiki yaş gününün de farklı olmasını beklemiyordum.
Hem rahatlatıcı hem de biraz can sıkıcıydı bu. Tabii Steven bu­
rada yoktu; ilk defa, beni dirsekleyip benden önce mumlarımı
üflemeye çalışmayacaktı.
Ailemin bana doğum günüm İçin ne vereceğini zaten bili­
yordum. Steven’ın eski arabasını tekrar elden geçirtip boyatarak
bana hediye edeceklerdi. Okula geri döndüğümde sürücü kur­
suna da kaydolacak ve çok geçmeden, bir daha, birisinden beni
bir yere götürmesini rica etmeyecektim.
Evdekilerden Taylor dışında kimsenin doğum günümü ha­
tırlayıp hatırlamayacağını merak ediyordum. O hatırlamıştı;
her zaman hatırlardı. Her sene sabah tam 09:02’de bana iyi ki
doğdun şarkısını söylemek için arardı. Çok güzeldi ama yazın
doğmanın kötü yanı, okuldan arkadaşlarınla birlikte bir parti
yapıp doğum gününü kutlayamamaktı. Okul dolabına balon­
lar falan yapıştırılmazdı. Daha önce bunu hiç umursamamıştım
ama artık az da olsa umursuyordum.
Annem, Cam’i davet edebileceğimi söyledi ama etmedim.
Ona doğum günüm olduğunu bile söylemedim. Kendini bir
şeyler yapmak zorundaymış gibi hissetmesini istemiyordum.
Yine de bundan fazlası vardı. Eğer bu yaş günüm de diğerlerinin
aynı olacaksa, tam diğerleri gibi olması gerektiğini düşündüm.
Sadece biz bize olmalıydık, yaz ailemle birlikte,
O sabah uyandığımda ev yağ ve şeker kokuyordu. Susannah
doğum günü pastası yapmıştı. Pasta üç kattı ve kenarları be­
yazla çevrili pembe renkti. Beyaz kremayla pastanın üzerine el

yazısıyla İyi ki Doğdun Bells, yazmıştı. Pastanın üzerine birkaç
maytap koymuştu. Maytaplar çılgın birer ateş böceği gibi cızır-
dayıp kıvılcım saçıyordu. Annemle Susannah doğum günü şar­
kısı söylemeye başladılar ve Susannah, Jeremiah ile Conrad’a da
katılmaları için işaret etti. Oğlanlardan ikisi de detone ve iğrenç
sesleriyle şarkıya eşlik etti.
Annem, “Bir dilek tut Belly,” dedi.
Hâlâ pijamalarımlaydım ve gülümsemeden edemiyordum.
Son dört yaş günümde hep aynı şeyi istiyordum ama bu sene böy­
le yapmayacak, başka bir şey dileyecektim. Maytapların sönme­
sini bekledim, ardından gözlerimi kapayarak mumlan üfledim.
Susannah, “Önce benim hediyemi aç,” dedi. Elime pembe
kâğıda sarılı, küçük bir kutu tutuşturdu.
Annem ona soru sorar gibi baktı. “Ne yaptın Beck?”
Susannah gizemli bir şekilde gülümseyip bileğimi sıktı.
“Haydi aç tatlım.”
Kâğıdı yırtıp kutuyu açtım. Kutunun içinde küçücük, krem
rengi bîr sıra incinin dizili olduğu, parlak, altın kopçalı bir kolye
vardı. Bugünlerde alabileceğiniz bir şey gibi durmuyordu, daha
eskiydi. Babama babasından kalan ve kopçasına dek gayet titiz­
likle işlenmiş İsviçre saati gibiydi. Gördüğüm en güzel şeydi.
Kolyeyi kaldırarak “Aman Tanrım,” diye nefes aldım.
Gülümseyen Susannah’ya ve bunun biraz fazla kaçtığını söy­
lemesini beklediğim anneme baktım. Ama annem bir şey deme­
di. Gülümseyerek “Bu...” diye söze başladı.
Susannah, “Evet,” dedi. Bana döndü. “Babam bana bu
kolyeyi on altıncı doğum günümde vermişti. Onu almanı is­
tiyorum.”
2 0 1

“Gerçekten mi?” diyerek bunun sorun olmayacağına emin
olmak için anneme baktım. Annem onaylarcasına başını salladı.
“Vay canına, teşekkürler Susannah. Çok güzel.”
Susannah ellerini birbirine kenetledi. Bir hediye verdikten
sonra üstüne çok konuşmak istemez; sadece onu vermenin key­
fini çıkarmak isterdi. “Pekâlâ sırada ne var? Jeremiah? Con?”
Conrad huzursuz bir şekilde kıpırdandı. “Ben unuttum.
Özür dilerim Belly.”
Gözlerimi kırptım. Daha önce hiç doğum günümü unutma­
mıştı. “Sorun değil,” dedim. Ona bakamıyordum bile.
Jeremiah, “Şimdi benim hediyemi aç,” dedi. “Gerçi anne­
min hediyesinden sonra, benimki gözüne güzel gelmeyecektir.
Teşekkürler anne.” Jeremiah bana küçük bir kutu uzatıp sandal­
yesinde geriye yaslandı.
Kutuyu salladım. “Pekâlâ, ne olabilir acaba? Plastik kaka?
Plaka anahtarlık?”
Jeremiah gülümsedi. “Görürsün. Onu seçmeme Yolie yar­
dımcı oldu.”
Susannah, “Yolie kim?” diye sordu.
Kutuyu açarken, “Jeremiah’ya âşık bir kız,” dedim.
Kutunun içindeki pamuğun üstünde küçük, gümüş bir
anahtar şeklinde, bilezik ucu vardı.

Bölüm
11
YAŞINDA
^
teven kucağıma bir kova dolusu kum dökerek “İyi ki doğ­
dun gerzek,” dedi. Kumun içinden bir kum yengeci çık­
tı ve kalçama doğru tırmandı. Bir çığlık atıp ayağa sıçradım.
Damarlarımda fokurdayan öfkeyle Steven’ı sahil boyunca kova­
ladım. Onu yakalayacak kadar hızlı değildim; hiç olmamıştım.
Steven etrafımda daireler çizdi.
Annem, “Gel de mumlarını üfle,” diye seslendi.
Steven döner dönmez onun sırtına sıçradım ve bir kolumu
boynuna dolayarak saçını elimden geldiğinde sertçe çektim.
Steven tökezleyerek “Ah!” diye uludu. Jeremiah da bacağıma
yapışmış beni aşağı indirmeye çalışıyordu ama Steven’ın sırtına
bir maymun gibi tutunuyordum. Conrad kahkahalara boğula­
rak dizlerinin üzerine düşmüştü.
Susannah, “Çocuklar,” diye seslendi. “Pasta var!”

Steven’ın sırtından inip örtüye doğru gittim.
Steven peşimden gelerek “Seni yakalayacağım!” diye bağırdı.
Annemin arkasına saklandım. “Yakalayamazsın. Bugün be­
nim doğum günüm.” Ona dilimi çıkardım. Oğlanlar ıslak ve
kumlu şekilde örtünün üzerine attılar kendilerini.
Steven, “Anne,” diye şikâyet etti. “Bir tutam saçımı kopardı.”
“Steven, daha kafanda bir sürü saç var. Endişelenme,” dedi
annem ve o sabah yaptığı pastanın üzerindeki mumları yaktı.
Üzeri çikolata kremalı, orantısız bir sarı pastaydı. Annemin el
yazısı kötüydü. O yüzden iyi ki Doğdun, İyi ki Doğum diye oku­
nuyordu.
Steven bana sözde yardım etmeden önce mumları üfledim.
Dileğimi çalmasını istemiyordum. Tabii ki dileğim Conrad’dı.
Steven suratım asarak “Hediyelerini aç, kokuşmuş,” dedi.
Bana ne aldığını biliyordum. Bir deodorant. Deodorantı peçe­
teye sardığından, içini görebiliyordum.
Onu duymazdan gelip deniz kabuklu kâğıda sarılı küçük
kutuya uzandım. Hediye Susannah’dan olduğu için, iyi bir şey
olduğunu biliyordum. Hediye paketini yırttım, kutunun için­
de Susannah’nın en sevdiği dükkân olan ve güzel porselenlerle
kristal şekerlikler satan Rheingold’dan aldığı gümüş bir zincir
bilezik vardı. Bileziğin üzerinde baş tane bilezik ucu vardı; bir
deniz kabuğu, bir mayo, kumdan kale, güneş gözlüğü ve bir
at nalı,
Susannah at nalına dokunarak “Sana sahip olduğumuz için
çok şanslı olduğumuzdan,” dedi.
Bileziği kaldırınca, uçları güneş ışığının altında parladı.
“Buna bayıldım.”
2 0 4

PKu8[W8f,f, chap21.xhtml Bölüm 22

Bölüm 22

Annem sessizdi. Düşündüğünü biliyordum. Susannah’mn
abarttığını ve çok para harcadığını düşünüyordu. Bileziği bu
kadar çok sevdiğim için kendimi suçlu hissettim. Annem bana
notalar ve CD’ler almıştı. Bizim onlar kadar çok paramız yoktu
ve o an bunun ne anlama geldiğini anladım.
2 0 5


' cSeJhiA j j f j j j Bölüm
11
ayıldım,” dedim.
Odama koştum ve zincir bileziğimi sakladığım şifon-
yerimin üzerindeki müzik kutusunu açtım. Bileziği kapıp aşağı
indim.
“Gördün mü?” diyerek bilezik ucunu bileziğe takıp onu bi­
leğime bağladım.
Jeremiah sandalyesinde arkaya yaslanıp ellerini başının ar­
kasında kavuşturarak “Bir anahtar. Çünkü çok yakında araba
kullanacaksın, anladın mı?” dedi.
Anlamıştım. Ona gülümsedim.
Conrad daha yakından bakmak için eğilerek “Güzelmiş,” dedi.
Onu diğer elimin avuç içinde tutuyordum. Bakmadan edemi­
yordum. Tekrar, “Bayıldım,” dedim. “Ama bu Rheingold’dan.
Çok pahalı olmalı.”
? 0 A

Jeremiah ağırbaşlılıkla, “Onu almak için bütün yaz para bi­
riktirdim,” dedi.
Ona bakakaldım. “Hayır, olamaz!” dedim.
Jeremiah gülümsedi. “Seni kandırdım. Hep safsın, değil mi?”
Onun koluna yumruk atarak “Sana inanmamıştım ki şap­
şal,” dedim. Gerçi bir an da olsa inanmıştım.
Jeremiah kolunda yumruk attığım yeri ovaladı. “O kadar
da pahalı değildi. Hem ben artık başarılı biriyim, unuttun mu?
Benim için endişelenme. Beğenmene sevindim. Yolie beğenece­
ğini söylemişti.”
Ona sıkıca sarıldım. “Mükemmel.”
Susannah, “Ne harika bir hediye Jere,” dedi. “Benim eski
kolyemden iyi olduğu kesin.”
Jeremiah gülerek “Ya, tabii,” dedi ama bunu duymanın ho­
şuna gittiği belliydi.
Annem ayağa kalkıp pastayı kesmeye başladı. Çok iyi bir pas­
ta kesicisi sayılmazdı. Parçalar çok büyüktü ve dağılıyorlardı.
Annem parmağını yalayarak “Kim pasta ister?” diye sordu.
Conrad ansızın, “Ben aç değilim,” dedi. Saatine bakarak aya­
ğa kalktı. “İş için üzerimi değişmem gerek. Doğum günün kutlu
olsun Belly.”
Conrad yukarı çıktı ve bir dakika boyunca kimse bir şey de­
medi.
Sonra annem yüksek sesle, “Bu pasta çok lezzetli. Biraz alsa-
na Beck,” dedi. Susannah’mn önüne bir dilim ittirdi.
Susannah belli belirsiz gülümseyerek “Ben de aç değilim.
Aşçının kendi pişirdiğini yememesi hakkında ne derler, bilirsi­
niz. Ama siz yiyin lütfen,” dedi.
2 0 7

Pastadan koca bir lokma aldım. “Hımmm. Sarı kek, en sev­
diğim.”
Annem, “Ellerimizle yaptık,” dedi.
2 0 8

Bölüm
Ç^yom zâ, Red Sox’U kız Nıcole’u eve davet etti. Bizim evimi­
ze. Rex Sox’lı kızın evimizde olmasına inanamıyordum.
Burada benden başka bir kızın olması tuhaftı.
öğleden sonraydı. Verandada, terastaki masada oturmuş, bir
Doritos sandviç yiyordum ki arabayla geldiler. Kız kısacık bir
şort ve beyaz bir tişört giyiyordu, başının üzerinde bir güneş
gözlüğü vardı. Red Sox şapkası görünürde yoktu. Şık gözükü­
yordu. Her yere aitmiş gibi. Üzerimde, gecelik olarak da gö­
rev yapan, eski Cuz Sahili tişörtü olan benim tersime. Kızı evin
içine getireceğini sandım ama terasın kendi kısımlarında kalıp
şezlonglara uzandılar. Ne dediklerini duyamıyordum ama kızın
durmadan kıkırdadığını işitebiliyordum.
Beş dakika sonra buna katlanamaz hâle geldim. Telefonu
alıp Cam’i aradım. Yarım saat içinde geleceğini söyledi ama on

beş dakikada geldi. Cam ile hangi filmi seyredeceğimizle ilgi­
li tartışırken onlar da eve girdi. Conrad karşımızdaki kanepeye
oturarak “Ne izleyeceksiniz?” diye sordu. Yanma Red Sox’lı kız
oturdu. Resmen Conrad’ın kucağındaydı.
“Karar vermeye çalışıyoruz,” derken ona bakmadım ve çalı­
şıyoruz u vurguladım.
Conrad, “Biz de izleyebilir miyiz?” diye sordu. “Nicole’ü ta­
nıyorsunuz, öyle değil mi?”
Yani Conrad tüm yazı odasında kilitli geçirdikten sonra bir­
den sosyal olmaya karar vermişti, ha?
Nicole sıkılmış bir tonla, “Selam,” dedi.
Ben de onun ses tonuna yaraşır bir sesle, “Selam,” dedim.
Can, “Merhaba Nicole,” dedi. Ona bu kadar arkadaş canlısı
olmamasını söylemek istedim ama nasılsa fark etmezdi, Cam
beni dinlemezdi. “Ben Rezervuar Köpekleri m izlemek istiyorum
ama Belly, TitaniHi izlemek istiyor,” dedi.
Kız, “Cidden mi?” dedi ve Conrad da güldü.
Alaycı bir şekilde, “Belly, Titanik'ı çok sever,” dedi.
Ben de, “Dokuz yaşındayken seviyordum,” dedim. “Şu an
gülmek için izlemek istiyorum, bilginiz olsun.”
Gayet soğukkanlıydım. Beni Cam’in önünde bir kere daha
kışkırtmasına izin vermeyecektim. Aslına bakılırsa, Titanik. i
hâlâ seviyordum. Lanetli bir gemideki lanetli bir aşk sevilmez
miydi? Conrad sevmiyormuş numarası yapsa da onun da bu fil­
mi sevdiğini biliyordum.
Nicole
tırnaklarını
inceleyerek
“Oyumu
Rezervuar
Köpeklen nden yana kullanıyorum,” dedi.
Oy hakkı mı vardı? Hem ne işi vardı ki burada?
? 1 n

Cam, “Rezervuar Köpeklen ne iki oy,” dedi. “Ya sen Conrad?”
Conrad uysalca, “Sanırım ben oyumu Titanik'ten yana kul­
lanacağım,” dedi. “Rezervuar Köpekleri, Titanik’ten bile beter.
Çok fazla abartılmış.”
Ona gözlerimi kısarak baktım. “Biliyor musunuz, sanırım
oyumu Rezervuar Köpeklerinden yana değiştiriyorum. Yani oy
çokluğuyla yenildin Conrad,” dedim.
Nicole tırnaklarından başını kaldırarak “O zaman ben de
oyumu Titanik’lz değiştiriyorum,” dedi.
Ağzımın içinden, sen kimsin ki, dedim. “Burada oy verme
ayrıcalığı mı var onun?”
Conrad, “Onun var mı?” diyerek kolunu şaşkın Cam’e yö­
neltti. “Şaka yapıyorum dostum.”
Cam, DVD’yi kabından çıkararak “Titanik’i izleyelim git­
sin,” dedi.
Gergin bir şekilde oturup filmi izledik. Jack geminin başın­
da durarak “Ben dünyanın kralıyım,” derken, benim dışımda
herkes güldü. Ben sessizdim. Filmin yarılarına doğru Nicole,
Conrad’ın kulağına bir şeyler fısıldadı ve ikisi ayağa kalktı.
Conrad, “Sonra görüşürüz,” dedi.
Onlar gider gitmez, “Çok iğrençler. Bence iş pişirmek için
yukarı çıktılar,” dedim.
Cam şaşkın bir hâlde, “îş pişirmek mi? Kim böyle der ki?”
dedi.
“Kapa çeneni. Sen de kızın iğrenç olduğunu düşünmüyor
musun?”
“İğrenç mi? Hayır. Bence tatlı. Bronzlaştırıcıyı biraz fazla ka­
çırmış olabilir ama.”
211

Güldüm. “Bronzlaştırıcı mı? Sen bronzlaştırıcı hakkında ne
bilirsin ki?”
Cam bilmiş bir şekilde gülümseyerek “Benim ablam var, unut­
tun mu?” dedi. “Makyajdan hoşlanır ve banyomuz da ortak.”
Cam’in, ablası olduğunu söylediğini anımsamıyordum.
“Neyse, evet, bronzlaştırıcıyı fazla sürmüş. Parlak turuncu
renginde! Acaba Rex Sox şapkası nerede?” diye dalga geçtim.
Cam uzaktan kumandayı alıp filmi durdurdu. “Neden bu
kıza bu kadar taktın?”
“Ona takmadım. Neden ona takacakmışım ki? Hiç kişiliği
yok. O sürüdekilerden biri gibi. Conrad’a sanki bir tanrıymış
gibi bakıyor.” Cam’in beni bu kadar acımasız olduğumdan ötü­
rü yargıladığını biliyor ama konuşmama engel olamıyordum.
Cam bana bir şey demek istermiş gibi baktı ama bir şey söy­
lemedi. Filmi tekrar oynattı.
Kanepede oturup sessizlik içinde filmi bitirdik. Sonlara doğ­
ru Conrad’ın merdivenlerden gelen sesini işitip düşünmeden
Cam’e yaklaştım. Başımı onun omzuna dayadım.
Conrad ile Nicole aşağı indiler. Conrad bize bir saniye baka­
rak “Anneme Nicole’ü eve bıraktığımı söylersin,” dedi.
Başımı kaldırmadan, “Tamam,” dedim.
Onlar gider gitmez Cam doğruldu. Ben de doğruldum.
“Beni buraya onu kıskandırmak için mi çağırdın?” dedi.
“Kimi?” dedim.
“Kim olduğunu biliyorsun. Conrad’ı.”
Göğsümden yukarı, ta yanaklarıma kadar kızardığımı his­
sedebiliyordum. “Hayır.” Görünüşe göre, herkes Conrad ile
aramda ne olduğunu bilmek istiyordu.
9 1 9

“Ondan hâlâ hoşlanıyor musun?”
“Hayır.”
Cam bir nefes verdi. “Gördün mü, tereddüt ettin.”
“Hayır, etmedim!”
Etmiş miydim? Emin değildim. Cam’e, “Conrad’a baktı­
ğımda hissettiğim, iğrenme,” dedim.
Bana inanmadığını anlayabiliyordum. Çünkü işin gerçeği,
ona baktığımda tek hissettiğim, hiç geçmeyen bir özlemdi. Her
zartıan böyleydi. Yanımda, benden gerçekten hoşlanan hari­
ka bir çocuk vardı ama ben içten içe hâlâ Conrad’a takıktım.
Gerçek buydu. Ondan hiç tam anlamıyla vazgeçmemiştim. O
uyduruk saldaki Rose gibiydim.
Cam boğazını temizleyerek “Yakında gidiyorsun,” dedi.
“Benimle irtibatı sürdürmek istiyor musun?”
Doğrusu bunu düşünmemiştim. Cam haklıydı, yaz neredey­
se bitiyordu. Çok yakında evde olacaktım. “Şey... Sen?”
“Evet, istiyorum.”
Cam bana, benden bir şeyler beklermiş gibi baktı. Bense
birkaç saniye bunun ne olduğunu anlamadım. Sonra, “Ben de,
ben de isterim,” dedim. Ama cevabım çok gecikmişti. Cam cep
telefonunu çıkardı ve gitmesinin iyi olacağını söyledi. Ben de
karşı çıkmadım.

Bölüm
onunda film gecemizi yapabildik. Annem, Susannah,
Jeremiah ve ben, oturma odasında ışıkları kapayarak
Susannah nın en sevdiği Alfred Hitchcock filmlerini izledik.
Annem büyük dökme demir tencerede patlamış mısır yaptı ve
çıkıp çikolata, jelibon ve karamelli şekerlerden aldı. Susannah
karamelli şekerlere bayılırdı. Tıpkı eski zamanlardaki gibiydi;
tek fark, Steven’ın ve akşam vardiyasında çalışan Conrad ın ya­
nımızda olmayışlarıydı.
Susannah en sevdiği film olan Aşktan da Üstün ün ortaların­
da uyuyakaldı. Annem onun üzerini battaniyeyle örttü ve film
bittiğinde Jeremiah’ya, “Onu yukarı taşır mısın?” diye fısıldadı.
Jeremiah hemen başını salladı ve annesini kollarına alıp mer­
divenlerden yukarı taşırken Susannah uyanmadı bile. Jeremiah
onu bir tüy gibi hafifmişçesine kaldırmıştı. Jeremiah’nın daha

PKu8[D6D8D8 chap22.xhtml Bölüm 23

Bölüm 23

önce hiç böyle bir şey yaptığını görmemiştim. Neredeyse aynı
yaşta olsak da o an gözüme yetişkin gibi göründü.
Annem de gerinerek ayağa kalktı. “Tükendim. Sen de yata­
cak mısın Belly?”
“Daha değil. Sanırım ilk önce buraları toplayacağım,” dedim.
Annem bana göz kırparak “Aferin kızıma,” dedi ve yukarı
yöneldi.
Ben de karamelli şeker kâğıtlarıyla halıya düşen birkaç patla­
mış mısırı toplamaya başladım.
CD’yi kabına koyarken Jeremiah aşağı geldi. Kanepenin
minderleri arasına çöktü. Bana bakarak “Daha yatmayalım,”
dedi.
“Tamam. Bir başka film izlemek ister misin?”
“Hayır. Sadece televizyona bakalım.” Uzaktan kumandayı
aldı ve kanalları öylesine geçmeye başladı. “Cam Cameron son
zamanlarda nerelerde?”
Oturarak hafifçe iç çektim. “Bilmiyorum. Beni aramadı. Ben
de onu aramadım. Yaz neredeyse bitmek üzere. Muhtemelen
onu bir daha görmeyeceğim.”
Jeremiah bana bakmadan, “İstiyor musun peki? Yani onu
tekrar görmeyi?” diye sordu.
“Bilmiyorum... Emin değilim. Belki evet. Belki hayır.”
Jeremiah televizyonun sesini kıstı. Sonra da dönüp bana
baktı. “Bence o sana göre biri değil.” Bakışları sıkıntılıydı. Onu
daha önce hiç bu kadar sıkıntılı görmemiştim.
Ben de, “Evet, bence de,” dedim.
Jeremiah, “Belly...” diye söze başladı. Derin bir nefes alıp ya­
naklarını şişirdi, ardından da öyle kuvvetli üfledi ki alnına düşen
? 1 5

saçlar havalandı. Kalbimin atışlarının hızlandığını hissedebili­
yordum; bir şey olacaktı. Duymak istemediğim bir şey söyleye­
cekti. Her şeyi değiştirecekti.
Geri alamayacağı bir şey söylemeden önce onu durdurmak
isteyerek ağzımı açtım ama Jeremiah başını salladı. “Söylememe
izin ver.”
Bir başka derin nefes aldı. “Her zaman en iyi arkadaşım ol­
dun ama şimdi daha fazlasısın. Seni bundan fazlası olarak görü­
yorum.” Bana yaklaşarak konuşmaya devam etti. “Şimdiye dek
tanıştığım her kızdan daha havalısın ve ihtiyacım olduğu her
zaman yanımdasın. Hep öyleydin. Sana... Sana güvenebilirim.
Sen de bana güvenebilirsin. Bunu biliyorsun.”
Başımı salladım. Onun konuştuğunu işitiyor, dudaklarının
kımıldadığını görüyordum ama zihnim dakikada milyon kilo­
metre kadar hızlı işliyordu. Karşımdaki Jeremiah’ydı, Kankam,
en yakın arkadaşım. Neredeyse kardeşim. Bunun büyüklüğü,
nefes almamı güçleştiriyordu. Ona bakamıyordum bile. Çünkü
onu o gözle göremiyordum. Benim için sadece tek kişi vardı. O
kişi de Conrad’dı,
“Ve Conrad’dan her zaman hoşlandığım biliyorum ama ar­
tık onu aştın, değil mi?” Bakışları o kadar umut doluydu ki ona
istediği cevabı verememek beni öldürdü.
“Bilmiyorum,” diye fısıldadım.
Jeremiah, hayal kırıklığına uğradığında yaptığı gibi, nefesini
içine çekti. “Ama neden? O sana o gözle bakmıyor. Bense ba­
kıyorum,”
Gözlerimin yaşardığını hissediyordum, bu adil değildi.
Ağlayamazdım. Sadece Jeremiah haklıydı işte. Conrad bana o
? 1 /)

gözle bakmıyordu. Jeremiah’nm bana baktığı gibi ona bakabil-
seydim keşke. “Biliyorum. Keşke hoşlanmasam. Ama hâlâ hoş­
lanıyorum.”
Jeremiah yanımdan uzaklaştı. Bana bakmıyordu. Benden
başka her yere bakıyordu. “Sadece seni incitecek,” dedi ve sesi
çatallaştı.
“Çok üzgünüm'. Lütfen bana kızma. Bana kızmana daya­
namam.”
Jeremiah iç çekti. “Sana kızgın değilim. Sadece... Neden her
zaman Conrad olmak zorunda?”
Sonra kalkıp beni orada bıraktı.

Bölüm
12
YAŞINDA
< & ay Fisher oğlanları derin deniz balığı avlama yatılı tur­
larından birine çıkarmıştı. Jeremiah o gün hasta oldu­
ğu için, Susannah onu evde kalmaya zorlamıştı, ikimiz akşamı
bodrum katındaki eski ekose kanepede, cips yiyip film izleyerek
geçirmiştik.
Terminator ile Terminator 2 arasında Jeremiah acı acı,
“Con’u benden daha fazla seviyor, biliyorsun,” dedi.
DVD’leri değiştirmeye kalkmıştım ve arkamı dönüp, “Ha?”
dedim.
“Bu doğru. Umurumda da değil. Bence hödüğün teki,” di­
yen Jeremiah, kucağındaki battaniyenin sökük bir ipliğini çekiş­
tirmeye başladı.
Ben de onun hödüğün teki olduğunu düşünüyordum ama
bunu söylemedim. Birisi babasına sayıp söverken, ona katıl­

mamanız gerekiyordu. Sadece DVD’yi koyup geri oturdum.
Battaniyenin bir köşesini tutarak “O kadar da kötü değil,”
dedim.
Jeremiah bana bir bakış attı. “Öyle ve sen de bunu biliyor­
sun. Con onun tanrı falan olduğunu düşünüyor. Ağabeyin de.”
Savunmaya geçerek “Sadece senin babam bizimkinden çok
farklı,” dedim. “Babanız sizi balığa çıkarıyor ya da sizinle futbol
oynuyor. Bizim babamız böyle şeyler yapmaz. O satranç oyna­
maktan hoşlanır.”
Jeremiah omuz silkti. “Ben de satrancı severim.”
Doğrusu bunu bilmiyordum. Ben de severdim. Babam bana
satranç oynamasını yedi yaşımdayken öğretmişti. Kötü de değil­
dim. Hep istememe rağmen hiç satranç kulübüne katılmamış­
tım. Satranç kulübü, burnunu karıştıranlar içindi. Taylor onlara
öyle derdi.
Jeremiah, “Ve Conrad da satranç seviyor,” dedi. “Sadece ba­
bamızın istediği gibi olmaya çalışıyor. Hem ben, onun futbolu
benim sevdiğim gibi sevdiğini de düşünmüyorum. O her şeyde
olduğu gibi futbolda da iyi.”
Açıkçası buna diyebileceğim hiçbir şey yoktu. Conrad gerçek­
ten de her şeyde iyiydi. Bir şey demek zorunda kalmayayım diye
bir avuç cips alıp ağzıma tıktım.
Jeremiah, “Bir gün ondan iyi olacağım,” dedi.
Böyle bir olasılık görmedim. Conrad çok iyiydi. Jeremiah
aniden, “Conrad’dan hoşlandığını biliyorum,” dedi.
Cipsleri hemen yuttum. Birden kedi maması gibi gelmiş­
lerdi. “Hayır, hoşlanmıyorum,” dedim. “Conrad’dan hoşlan­
mıyorum.”
2 1 9

Jeremiah, “Evet, hoşlanıyorsun,” dedi ve gözleri bilmiş bil­
miş bakıyordu. “Gerçeği söyle. Aramızda sır yok, unuttun mu?”
Sıryottu, Jeremiah’yla kendimizi bildiğimizden bu yana söyler­
dik. Bir gelenekti bu; Jeremiah’nm benim kahvaltı gevreğimin
şekerli sütünü içmesi gibi. Sadece ikimizken birbirimize söyle­
diğimiz şeylerden biriydi.
“Hayır, ondan gerçekten hoşlanmıyorum,” diye ısrar ettim.
“Onu bir arkadaş olarak seviyorum. Ona o gözle hiç bakmadım.”
“Evet, bakıyorsun. Ona, âşıkmışsın gibi bakıyorsun.”
O bilmiş gözlerin bana bir saniye daha bakmasına dayanama­
dım. Hararetli bir şekilde, “Böyle söylüyorsun çünkü Conrad’ın
yaptığı her şeyi kıskanıyorsun,” dedim.
Jeremiah, “Kıskanmıyorum. Onun kadar iyi olmayı istiyo­
rum sadece,” dedi yumuşakça. Ardından geğirip filmi başlattı.
Jeremiah haklıydı. Conrad’ı seviyordum. Ve bunun gerçek­
leştiği anı da biliyordum. Conrad, Bay Fisher bir akşam önce
gelemedi diye, özel bir Babalar Günü kahvaltısı hazırlamak için
erkenden kalkmıştı. Bay Fisher, olması gerektiği gibi, ertesi sa­
bah gelmemişti. Conrad yine de bir şeyler pişirmişti ve o zaman
sadece on üç yaşında, korkunç bir aşçıydı ama hepimiz hazırla­
dıklarını yemiştik. Lastik gibi yumurtalar servis edişini ve üzgün
değilmiş gibi yapışını izlerken kendi kendime, bu oğlanı sonsuza
dek seveceğim, diye düşünmüştüm.
2 2 0

T
T
Bölüm
^ ^ o n rad son zamanlarda yaptığı gibi sahilde koşmaya git­
mişti; bunu biliyordum çünkü arka arkaya iki sabah onu
penceremden izlemiştim. Üzerinde bir spor şortuyla tişört var­
dı; sırtının ortasında terden bir daire oluşmuştu. Bir saat önce
evden çıkmıştı, onu çıkarken görmüştüm ve şimdi de eve geri
koşuyordu.
K a f a m d a bir plan olmadan verandaya çıktım. Tek bildi­
ğim, yazın neredeyse bitmek üzere olduğuydu. Yakında çok geç
olacaktı. Uzaklaşıp gidecektik ve ona hiç söyleyemeyecektim.
Jeremiah içini dökmüştü. Şimdi sıra bendeydi. Ona söyleme­
den bir sene daha geçiremezdim. Değişiklikten, bir şeyin küçük
yaz botumuzu devirmesinden çok korkmuştum ama Jeremiah
çoktan riski göze almıştı ve hâlâ hayattaydık. Hâlâ Belly ile
Jeremiah’ydık.
221

Artık bunu yapmalıydım çünkü yapmamak beni öldürüyor­
du. Benden hoşlanıp hoşlanmadığı belli olmayan birine özlem
duymayı sürdüremezdim. Emin olmalıydım. Ya şimdi ya da as­
laydı.
Arkasından yaklaştığımı duymadı. Eğilmiş, spor ayakkabıla­
rının bağcıklarını gevşetiyordu.
“Conrad,” dedim. Beni duymadı ben de daha yüksek sesle
tekrarladım. “Conrad.”
Conrad şaşırmış hâlde kafasını kaldırdı. Sonra da doğruldu.
Onu böyle hazırlıksız yakalamak iyi geldi. Milyon tane duvar
örmüştü etrafına. Belki hemen konuşmaya başlarsam, bir tane
daha duvar öremezdi.
Dudaklarımı içime çekip konuşmaya başladım. En başından
beri kalbimde duran, ilk aklıma gelen kelimeleri söyledim. “On
yaşımdan beri seni seviyorum.”
Gözlerini kırptı.
“Düşündüğüm tek çocuk sensin. Tüm hayatım boyunca
hep sen oldun. Bana dans etmeyi öğrettin, denizde çok uzak­
laştığımda gelip beni aldın. Bunu hatırlıyor musun? Beni kıyıya
çektin ve tüm o süre boyunca, neredeyse geldik, deyip durdun
ve ben de sana inandım. Sana inandım çünkü bunu söyleyen
şendin. Senin söylediğin her şeye inandım. Seninle karşılaştı­
rıldığında, Cam de dâhil olmak üzere, herkes tuzlu krakerdi.
Bense tuzlu krakerden nefret ederim. Bunu biliyorsun. Benim
hakkımda her şeyi, bunu bile biliyorsun ve sanırım bu yüzden
seni gerçekten seviyorum.”
Onun önünde durup bekledim. Nefessiz kalmıştım. Kalbim
patlayacakmış gibi hissediyordum, öyle doluydu ki. Saçlarımı
2 2 2

elimle atkuyruğu yaptım ve öylece durup onun bir şey söyleme­
sini bekledim.
O konuşmadan sanki bin yıl bekledim.
“Şey bunu yapmamalıydın. Ben o kişi değilim. Üzgünüm.”
Dediği buydu. Derin bir nefes verip ona baktım. “Sana
inanmıyorum,” dedim. “Sen de benden hoşlanıyorsun, bunu
biliyorum.” Cam ile beraberken, bana bakışını kendi gözlerimle
görmüştüm.
Conrad, “Benden istediğin şekilde değil,” dedi. İç çekti ve
sanki benim için üzülür gibi, “Sen hâlâ tam bir çocuksun Belly,”
diye ekledi.
“Ben artık çocuk değilim! Öyle olmamı istiyorsun çünkü
bunlarla uğraşmak işine gelmiyor. Bu yüzden tüm yaz bana öf­
keliydin.” Sesim yükselmişti. “Benden hoşlanıyorsun. İtiraf et.”
Conrad benden uzaklaşırken, hafifçe gülerek “Sen delisin,”
dedi.
Ama bu sefer izin vermeyecektim. Hemen kurtulmasına
göz yummayacaktım. Onun bu düşünceli James Dean pozla­
rından sıkılmıştım. Bana karşı hisleri vardı. Ona bunu söyle-
tecektim.
Tişörtüne yapıştım. “İtiraf et. Cam ile takılmaya başladığım­
da öfkeden çıldırmıştın. Benim hep senin küçük hayranın ola­
rak kalmamı istiyordun.”
“Ne?” diyen Conrad benden kurtuldu. “Kafanı topraktan çı­
kar Belly. Dünya senin etrafında dönmüyor.”
Yanaklarım parlak kırmızıydı; tenimin kavrulduğunu hisse­
debiliyordum. Güneş yanığının bin katı gibiydi. “Evet, tabii.
Çünkü senin etrafında dönüyor, öyle değil mi?”
9 1 \

“Neden bahsettiğin hakkında hiçbir fikrin yok.” Sesinde bir
uyarı vardı ama bunu anlayacak kadar onu dinlemiyordum.
Çok öfkeliydim. Sonunda düşündüklerimi söylüyordum ve ar­
tık geri dönüş yoktu.
Önüne çıkıp durdum. Yanımdan kaçmasına izin vermeye­
cektim. “Beni böyle sürüncemede tutmak istiyorsun, öyle değil
mi? Ben de seni takip edeceğim ve sen de kendini iyi hissede­
ceksin. Seni unutmaya başlar başlamaz beni tekrar kendine çe­
keceksin. Kafayı yemişsin sen. Ama sana söylüyorum Conrad,
buraya kadar.”
Conrad çıkışarak “Sen neden bahsediyorsun?” dedi.
Hızla geriye dönüp ona bakarken, saçım yüzüme kırbaç gibi
indi. “Buraya kadar. Artık bana sahip değilsin. Ne arkadaşın ne
hayranın ne de başka bir şey olarak. Seni aştım.”
Conrad’ın yüzü buruştu. “Benden ne istiyorsun? Artık oyna­
yacak küçük bir erkek arkadaşın da var, unuttun mu?”
Başımı sallayıp ondan uzaklaştım. “Düşündüğün gibi değil,”
dedim. Her şeyi yanlış anlamıştı. Yapmaya çalıştığım bu değil­
di. Beni bir kukla gibi oynatan oydu, tüm hayatım boyunca.
Benim nasıl hissettiğimi bilip onu sevmeme izin vermişti. Hep
bunu yapmamı istemişti.
Bana yaklaştı. “Bir an benden hoşlanıyorsun. Sonra Cam...”
Conrad duraksadı. “Sonra da Jeremiah öyle değil mi? Pastayı
canın çekiyor, onu yemek istiyorsun. Ama kurabiyelerini ve
dondurmanı da istiyorsun...”
“Kapa çeneni!” diye bağırdım.
“Oyun oynayan sensin Belly.” Rahat davranmaya çalışıyordu
ama gergindi. Bedenindeki her kas, o aptal gitar telleri gibi gergindi.

PKu8[T~mB=B= chap23.xhtml Bölüm 24

Bölüm 24

“Tüm yaz boyunca tam bir serseriydin. Tek düşündüğün
kendinsin. Annenle baban boşanıyor! Ne olmuş yani? İnsanların
aileleri boşanabilir. Bu, insanlara birer pislikmiş gibi davranmak
için bahane değil!”
Conrad başını diğer yana çevirdi. “Kapa çeneni,” derken çe­
nesi seğirdi. Sonunda başarmıştım. Onun damarına basmıştım.
“Susannah geçen gün senin yüzünden ağlıyordu; yataktan
zor kalkıyor! Ama senin umurunda mı? Ne kadar bencil oldu­
ğunun farkında mısın?”
Conrad bana bir adım daha yaklaştı. O kadar yakındı ki vu­
rabilir ya da beni öpebilirdi. Kalbimin çarpışını kulaklarımda
işitebiliyordum. O kadar kızgındım ki neredeyse bana vurmasını
dileyecektim. Milyon yıl da geçse bunu yapmayacağını biliyor­
dum ama. Conrad kollarımı tutup beni sarstı ve aniden bıraktı.
Gözlerimde yaşların belirmeye başladığını hissedebiliyordum
çünkü bir saniye bile olsa, beni öpebileceğim düşünmüştüm.
Jeremiah geldiğinde ağlıyordum. Cankurtaranlık yapmak
için işe gitmişti, saçları hâlâ ıslaktı. Arabasının yanaştığını bile
duymamıştım. İkimize bir bakış attı ve kötü bir şeylerin olduğu­
nu hemen anladı. Neredeyse korkmuş görünüyordu. Sonra da
öfkeli gözüktü. “Neler oluyor? Conrad senin derdin ne?” dedi.
Conrad ona öfkeyle baktı. “Benden uzak dur yeter. Bunlarla
uğraşacak hâlde değilim.”
İrkildim. Sanki gerçekten de bana vurmuştu. Vurmasından
da kötüydü.
Conrad uzaklaşmaya başlarken Jeremiah kolunu tuttu.
“Uğraşmaya başlasan iyi olur. Bir hödük gibi davranıyorsun.
Öfkeni başkalarından çıkarmayı kes. Belly’yi rahat bırak.”
2 2 5

Titredim. Benim yüzümden miydi bunlar? Tüm yaz boyun­
ca Conrad’ın değişken hâlleri, kendisini odasına kapatmaları
benim yüzümden mi olmuştu? Annesiyle babasının boşanma­
sından fazlası mıydı? Beni başkasıyla görmekten bu kadar mı
etkilenmişti?
Conrad ondan kurtulmaya çalıştı. “Sen neden beni rahat bı­
rakmıyorsun? Bunu denesek nasıl olur?”
Ama Jeremiah onu bırakmadı. “Seni hep rahat bıraktık.
Bütün yaz sen sarhoş olup bir çocuk gibi surat asarken seni rahat
bıraktık. Sen büyük olansın, unuttun mu? Ağabey? Öyle davran
artık şapşal. Adam ol ve işleri eline al.”
Conrad, “Çekil önümden!” diye kükredi.
“Hayır.” Jeremiah daha da yaklaştı ve on beş dakika önce
Conrad’la benim olduğum gibi, yüzleri birbirine yaklaştı.
Conrad tehlikeli bir sesle, “Seni uyarıyorum Jeremiah,” dedi.
İkisi birbirinin etrafında dönüp homurdanarak hırlayan iki
azgın köpek gibiydi. Orada olduğumu unutmuşlardı. Kendimi,
izlememem gereken bir şeyi gizlice izlermiş gibi hissediyordum.
Ellerimi kulaklarıma götürmek istiyordum. Onları tanıdığım
bunca zamandan bu yana hiç böyle olmamışlardı. Arada tartı­
şırlardı ama bir kere bile böyle olmamıştı. Oradan gitmem ge­
rektiğini biliyordum ama bunu yapamıyordum. Yanda durmuş,
kollarım göğsümde, bakıyordum.
Jeremiah, “Tıpkı babam gibisin, biliyorsun değil mi?” diye
bağırdı.
O zaman, olayın benimle hiç ilgisi olmadığını anladım.
Olanlar, benim dâhil olabileceğim bir şeyden büyüktü.
Hakkında hiçbir şey bilmediğim bir şeydi.

Conrad, Jeremiah’yı sertçe ittirdi. Jeremiah da onu ittirdi.
Conrad tökezledi ve neredeyse düşüyordu, ayağa kalktığında
Jeremiah’nm yüzüne bir yumruk indirdi. Sanırım o an çığlık
attım. Ardında boğuşmaya, birbirlerine vurup küfretmeye, hızlı
nefesler alıp vermeye başladılar. Susannah’nm büyük buzlu çay
sürahisini devirdiler. Sürahi çatladı. Veranda çay içinde kaldı.
Kumda kan vardı. Kimin kanı olduğunu bilmiyordum.
Kavga etmeye devam ettiler, Jeremiah’nm terlikleri ayağın­
dan çıkmak üzere olsa da kırık camların üzerinde kavga etmeye
devam ettiler. Birkaç kez, “Durun!” dedim ama beni duymadı­
lar. Birbirlerine benziyorlardı. Ne kadar benzediklerini hiç fark
etmemiştim. Ama o an tıpkı iki kardeş gibiydiler. Boğuşmaya
devam ettiler, ta ki birden annem orada belirinceye dek. Sanırım
diğer kapıdan gelmişti. Nasıl olduğunu bilemiyordum ama bu­
radaydı işte. Onları sadece annelerde olan olağan dışı bir güçle
ayırdı.
Ellerini ikisinin göğsüne yaslayarak aralarında durdu, “ikiniz
buna son vermelisiniz,” dedi ama kızgın olmaktan çok üzgün
gibiydi. Her an ağlayacakmış gibi çıkıyordu sesi, ki annem asla
ağlamazdı.
Conrad ile Jeremiah birbirlerine bakmadan güçlükle nefes
alıp veriyordu ama o an üçü bağlanmıştı. Benim anlamadığım
bir şeyi anlıyorlardı.
Ben sadece bir kenarda durmuş, her şeye şahitlik ediyordum.
Tıpkı Taylor ile kiliseye gittiğimde, herkesin şarkıların sözlerini
bilip benim bilmediğim zaman gibiydi. Kollarını havaya kaldı­
rıp sallıyor her kelimeyi ezbere biliyorlardı, bense kendimi bir
yabancı gibi hissediyordum.

Ellerini geri çekerek “Biliyorsunuz, öyle değil mi?” dedi
annem.
Jeremiah nefesini bıraktı; ağlamamaya çalışarak onu tuttuğu­
nu biliyordum. Yüzü çoktan morarmaya başlamıştı. Conrad’ınsa
yüzü ifadesiz, sanki orada değil gibiydi. Sonra yüzü kendini ele
verdi ve birden sekiz yaşında gibi gözüktü. Arkama baktığım­
da, kapının eşiğinde Susannah’nın durduğunu gördüm. Beyaz
pamuklu elbisesini giyiyordu ve orada dururken çok kırılgandı.
Ellerini çaresizce kaldırarak “Üzgünüm,” dedi.
Susannah oğlanlara doğru kararsızca bir adım atarken annem
geri çekildi. Susannah ellerini uzattı ve Jeremiah hemen onlara
atıldı. Yüzünden akan kan Susannah’nın elbisesine bulaştı ama
çekilmediler. Yıllar önce ağabeyi yanlışlıkla elinin üzerine ara­
banın kapısını kapattığından beri şahit olmadığım bir şiddetle
ağlamaya başladı Jeremiah. O gün Conrad da en az Jeremiah
kadar ağlamıştı ama bugün ağlamıyordu. Susannah’nın saçları­
na dokunmasına izin verdi ama ağlamadı.
Annem elimi tutarak “Belly, gidelim,” dedi. Annem bunu
uzun zamandır yapmamıştı. Ben de küçük bir çocuk gibi onu
içeri doğru takip ettim. Yukarı, odasına çıktık. Annem kapıyı
kapatıp yatağına oturdu. Ben de yanına oturdum.
Tereddüt ederek annemin yüzünde bir cevap arayarak “Ne
oluyor?” diye sordum.
Ellerimi alıp ellerinin arasına yerleştirdi. Sanki bana tutunan
kendisiymiş gibi, onları sıkı sıkı tutarak “Belly, Susannah yine
hasta,” dedi.
Gözlerimi kapadım. Etrafımda okyanusun kükremesini du­
yuyordum; sanki bir deniz kabuğunu kulağıma yaslamıştım.
0 0 0

Doğru değildi bu. Doğru değildi. O an dışında her yerdeydim.
Yıldızların altında yüzüyordum, okulda matematik dersindey-
dim, bisikletimin üzerinde evimizin arkasındaki yoldaydım.
Orada değildim.
Annem iç çekerek “Ah, fasulyem,” dedi. “Gözlerini açman
gerek. Beni dinlemen gerek.”
Açmayacak, dinlemeyecektim. Orada bile değildim.
“O hasta. Uzun zamandır hasta. Kanser geri geldi. Ve agresif.
Ciğerine yayıldı.”
Gözlerimi açıp ellerimi çektim. “Konuşma. O hasta değil.
O iyi. Hâlâ bildiğimiz Susannah.” Yüzüm ıslaktı ve ne zaman
ağlamaya başladığımı bile bilmiyordum.
Annem ıslak dudaklarla başını salladı. “Haklısın. O hâlâ
Susannah. Kendi yolunda gidiyor. Sizin bilmenizi istemedi.
Bu yazın... Mükemmel olmasını istedi.” Annem duraksadı.
Çoraptaki bir delik gibi durdu, sonra onun da gözleri yaşardı.
Beni kendine çekip salladı. Ben de anneme izin verdim.
“Ama onlar biliyorlardı,” diye sızlandım. “Benim dışımda
herkes biliyordu. Bilmeyen tek kişi benim ve ben Susannah’yı
herkesten çok seviyorum.”
Söylediğim doğru değildi, bunu biliyordum. Onu en çok
Jeremiah ile Conrad seviyordu. Ama bana doğru geliyordu.
Anneme bunun önemi olmadığını, Susannah’nın daha önce de
kanser olduğunu ama iyileştiğini söylemek istedim. Yine iyileşe­
cekti. Ama bunu yüksek sesle söylemek, gerçekten kanser oldu­
ğunu kabul etmek olacaktı ve bunu yapamıyordum.
O akşam yatakta yatıp ağladım. Tüm bedenim sızladı.
Odamdaki tüm camları açıp karanlıkta yattım ve okyanusun

sesini dinledim. Gelgitin beni çekip bir daha da geri getirmeme­
sini diledim. Conrad’ın, Jeremiah’nm böyle hissedip hissetme­
diğini merak ettim. Annemin ne hissettiğini.
Bildiğim dünya sona eriyordu ve hiçbir şey eskisi gibi olamaz
gibiydi. Olmayacaktı, olamazdı da.

Bölüm
S
i iz küçükken yazlık, babam, Bay Fisher ve diğer arkadaş­
larla dolu olduğunda, Jeremiah ile ben, Conrad ile de
Steven aynı yatağı paylaşırdı. Annem gelip bizi yorganlarımı­
zın içine yerleştirirdi. Oğlanlar bunun için büyümüş numa­
rası yaparlardı ama bundan en az benim kadar hoşlandıkla­
rını bilirdim. Orada bir dürüm gibi kıvrılmışken, kendimizi
sıcacık hissederdik. Yatağımda yatıp aşağıdan yukarı çıkan
müziğin sesini dinlerdim ve Jeremiah ile uyuyakalana dek
birbirimize korkunç hikâyeler anlatırdık. Jeremiah her zaman
benden önce uyuyakalırdı. Çimdik atarak onu uyandırmaya
çalışırdım ama hiç işe yaramazdı. Son kez birlikte yattığımız
zaman, herhâlde kendimi gerçekten güvende hissettiğim son
zamandı. Her şeyin yolunda ve olması gerektiği gibi olduğunu
hissettiğim...

Erkeklerin kavgasının akşamı Jeremiah’nın kapısını çaldım.
“Gel,” dedi.
Ellerini başının arkasına kenedemiş, yatağında yatıp tavanı
izliyordu. Yanakları ıslaktı. Gözleri de ıslak ve kırmızı görünü­
yordu. Sağ gözü morumsu bir griydi ve şişmeye başlamıştı. Beni
görür görmez elinin tersiyle gözlerini sildi.
“Merhaba,” dedim, “içeri girebilir miyim?”
Jeremiah doğruldu. “Evet, tabii.”
Ona doğru yürüyüp sırtımı duvara vererek yatağın kenarına
oturdum. “Üzgünüm,” diye başladım. Ne diyeceğimi, bunu na­
sıl diyeceğimi önceden çalışmıştım ki ne kadar üzgün olduğumu
anlasın. Her şey için. Ama sonra ağlamaya başladım ve bunu
mahvettim.
Jeremiah uzanıp beceriksizce omzumu ovaladı. Bana baka­
mıyordu ve bu bir bakıma işleri kolaylaştırıyordu. “Bu adil de­
ğil,” dedim ve tekrar ağlamaya başladım.
Jeremiah, “Bütün yaz boyunca bunu düşündüm, bunun
muhtemelen son yaz olduğunu. Burası annemin en sevdiği yer,
biliyorsun. Onun için her şeyin mükemmel olmasını istemiştim
ama Conrad her şeyi mahvetti. Çekip gitti. Annem onu için çok
endişeli ve şu an ihtiyacı olan son şey, Conrad için endişelen­
mek. Babam dışında tanıdığım en bencil insan.”
Conrad’ın da canının yandığını düşündüm ama bunu dile
getirmedim çünkü bir şeyi çözmeyecekti. Onun yerine, “Keşke
daha önce bilseydim. Eğer dikkatli gözlemleseydim daha farklı
olurdu,” dedim.
Jeremiah başını salladı. “Senin bilmeni istemedi. Hiçbirimizin
bilmesini istememişti, biz de bilmiyor numarası yaptık. Annem

için. Keşke sana söyleyebilseydim. Bu, işleri daha kolaylaştıra­
bilir^.”
Ardından tişörtünün yakasıyla gözlerini sildi. Jeremiah’mn,
kendine hâkim olmak, güçlü olmak için çabaladığım görebili­
yordum.
Ona sarılmak için uzandım ve Jeremiah titredi, içinde bir
şeyler kopmuş gibi oldu. Ağlamaya başladı ama sessizdi. Birlikte,
omuzlarımız bunca yükün ağırlığıyla sarsılarak titreyerek ağla­
dık. Uzun süre öylece ağladık. Ağlamayı kestiğimizde Jeremiah
beni bıraktı ve burnunu sildi.
“Kay,” dedim.
Jeremiah duvara doğru kaydı ben de onun yanında ayakla­
rımı uzattım. “Burada uyuyorum, tamam mı,” dedim ama bu
bir soru değildi. Jeremiah da başını salladı ve yorganın üzerinde
giysilerimizle uyuduk. Artık daha büyük olsak da his, çocuklu-
ğumuzdakiyle aynıydı. Eskiden olduğu gibi yüz yüze bakarak
uyuduk.
Ertesi sabah erken saatte uyandığımda yatağın bir kenarına
sığışmıştım. Jeremiah yayılmış, horluyordu. Üzerini kendi tara­
fımdaki yorganla örtünce, bir uyku tulumunun içindeymiş gibi
göründü. Sonra oradan ayrıldım.
Odama yöneldim, elimi kapının kulpuna koymuştum ki
Conrad, “Günaydın,” dedi. Anında beni Jeremiah’nın odasın­
dan çıkarken gördüğünü anladım.
Yavaşça dönünce Conrad’ı karşımda buldum. Tıpkı benim
gibi, üzerinde dünün giysileri vardı. Darmadağınık görünüyor­
du ve hafifçe sallanıyordu. Kusacakmış gibi duruyordu.
“Sarhoş musun?”
2 3 3

Umurunda değilmiş gibi omuz silkti ama omuzlan gergin ve
katıydı. Küçümser bir şekilde, “Şimdi bana karşı iyi davranman
gerekmiyor mu? Dün gece Jere’e davrandığın gibi?” dedi.
Kendimi savunmak için, hiçbir şey olmadığını, sadece bir­
likte ağlayarak uyuduğumuzu söylemek için ağzımı açtım ama
bunu yapmak istemedim. Conrad bir şey bilmeyi hak etmi­
yordu. .
Yavaşça, “Sen tanıdığım en bencil insansın,” dedim. Her ke­
limenin havada asılı kalmasına izin verdim. Hayatım boyunca,
daha önce birini bu kadar incitmeyi hiç istememiştim. “Seni
sevdiğimi düşündüğüme inanamıyorum.”
Conrad’ın suratı bembeyaz oldu. Ağzını açıp kapadı. Tekrar
aynı şeyi yaptı. Onu daha önce hiç böyle ne diyeceğini bilemez
hâlde görmemiştim.
Odama geri yürüdüm. Conrad’a son sözü söylediğim tek se­
fer buydu. Sonunda yapmıştım, onu aşmıştım. Özgürlük gibi
bir histi ama çok korkunç, felaket bir bedelle ödenmişti. İyi his­
settirmiyordu. O bu kadar acı çekerken böyle şeyler söylemeye
hakkım var mıydı? Ona karşı bir hakkım var mıydı ki? Conrad
acı çekiyordu. Ben de acı çekiyordum.
Yatağıma gidip yorganın altına girdim ve artık gözyaşım
kalmadığını düşünmeme rağmen biraz daha ağladım. Her şey
yanlıştı. Susannah hastayken nasıl olup da tüm yazı oğlanlar,
yüzme ye bronzlaşmadan başka şey düşünmeyerek geçirmiş­
tim? Susannah’nın olmadığı bir yaşam imkânsız geliyordu. Akıl
almazdı; bunu zihnimde canlandıramıyordum. Jeremiah ile
Conrad için nasıl olacağını ise hayal bile edemiyordum. Onların
annesiydi.
2 3 4

PKu8[߭E)8)8 chap24.xhtml Bölüm 25

Bölüm 25

O sabahın ilerleyen saatlerine dek yataktan çıkmadım. On
bire kadar uyuyup orada kaldım. Aşağı inip Susannah’yla yüz­
leşmekten ve bildiğimi anlamasından korkuyordum.
Öğlen gibi annem kapıyı bile çalmadan odama daldı.
Darmadağın hâlime bir göz atıp “Kalk bakalım,” dedi. Bir şort­
la tişörtü alıp katladı.
Dönerek “Henüz yataktan çıkmaya hazır değilim,” dedim.
Kendimi kandırılmış gibi hissettiğimden ona karşı çok öfkeliy­
dim. Bana söylemeliydi. Beni uyarmalıydı. Tüm hayatım bo­
yunca annemin bir kere yalan söylediğini görmemiştim. Ama
söylemişti işte. Güya alışveriş yaptıkları, müzelere, günübirlik
gezilere gittikleri zamanlar aslında o yerlerden hiçbirine git­
memişlerdi. Hastanelerde, doktorlarla görüşüyorlardı. Şimdi
bunu anlıyordum. Keşke daha önce anlasaydım. Annem bana
doğru yürüyüp yatağımın kenarına oturdu. Yumuşak bir sesle,
“Yataktan çıkmalısın Belly,” dedi. “Hâlâ hayattasın, Susannah
da öyle. Onun için güçlü olmalısın. Sana ihtiyacı var.”
Annemin söyledikleri mantıklıydı. Eğer Susannah’mn bana
ihtiyacı varsa, o zaman yapabilecek bir şeyim vardı. Anneme
bakmak için dönerek “Bunu yapabilirim,” dedim. “Sadece Bay
Fisher’ın, Susannah ona en çok ihtiyaç duyduğunda onu nasıl
yalnız bıraktığını anlayamıyorum.”
Annem gözlerini kaçırıp pencereden dışarı baktı. Sonra tek­
rar bana baktı. “Beck her şeyin böyle olmasını istiyor. Adam da
böyle biri.” Ardından elini yanağıma götürdü. “Karar vermek
bize kalmamış.”
Susannah mutfakta yaban mersinli minik kek yapıyordu.
Tezgâha yaslanmış, büyük, metal bir karıştırma kabında mal­
2 3 5

zemeleri karıştırıyordu. Pamuklu ev elbiselerinden birini giyi­
yordu. Onları tüm yaz giydiğini anımsadım, çünkü bu elbiseler
boldu. Kollarının ne kadar inceldiğini, köprücük kemiğinin na­
sıl fırladığını gözlerden saklıyorlardı.
Beni henüz görmemişti ve içimden oradan kaçmak geldi.
Ama yapmadım. Yapamadım.
“Günaydın Susannah,” dedim ama sesim tiz ve garip çıktı,
sanki bana ait değildi.
Susannah başını kaldırıp bana bakarak gülümsedi. “Saat öğ­
leni geçti. Artık sabah sayıldığını sanmam.”
“O zaman iyi öğleden sonraları,” diyerek kapıda oyalandım.
Şakayla karışık bana, “Sen de mi bana kızgınsın?” diye sordu
fakat gözleri endişeliydi.
Ona arkadan yanaşıp kollarımı dolayarak “Sana asla kıza-
mam,” dedim. Başımı ensesiyle omzunun arasındaki boşluğa
gömdüm. Çiçek gibi kokuyordu.
Susannah hâlâ o şakacı ses tonuyla, “Ona göz kulak olacak­
sın, öyle değil mi?” dedi.
“Kime?”
Yanaklarından gülümsediğini anlayabiliyordum. “Kim oldu­
ğunu biliyorsun.”
Ona hâlâ sıkı sıkıya sarılarak “Evet,” diye fısıldadım.
Susannah iç çekerek “Güzel,” dedi. “Sana ihtiyacı var.” Ona
kimden, bahsettiğini sormadım, buna ihtiyacım yoktu.
“Susannah?”
“Hı?”
“Bana bir şey için söz ver.”
“Söyle tatlım.”
2 3 6

“Hiç gitmeyeceğine söz ver.”
Susannah tereddüt etmeden, “Söz,” dedi.
Bir nefes alıp verdim. “Kekler için sana yardım edebilir
miyim?”
“Evet, lütfen,”
Kahverengi şeker, yağ ve yulafla, bir krema hazırlamasına
yardım ettim. Kekleri fırından biraz erken çıkardık çünkü bekle­
meye dayanamadık ve onları hâlâ üzerlerinden duman çıkıp or­
taları daha yapışkanken yedik. Ben üç tane yedim. Susannah’yı
orada oturup kek yerken izlerken, sonsuza dek orada olacakmış
gibi hissettim.
Bir şekilde mezuniyet balolarına ve danslara geldi konu.
Susannah kızsal konulardan konuşmaya bayılırdı. Böyle konu­
ları konuşabildiği tek kişinin ben olduğumu söylerdi. Annem
kesinlikle konuşmazdı, Conrad ve Jeremiah da tabii. Sadece kızı
gibi olan ben vardım.
“Bana ilk dansının resimlerini yollamayı unutma,” dedi.
Daha okulun herhangi bir dansına ya da mezuniyet balosuna
gitmemiştim. Kimse bana teklif etmemişti, ben de istememiş­
tim. Birlikte baloya gitmek istediğim tek kişi benim okuluma
gitmiyordu. Ona, “Dansa gideceğim ve geçen yaz bana aldığın
elbiseyi giyeceğim,” dedim.
“Hangi elbiseyi?”
“Alışveriş merkezindeki mor elbise, annemle onun yüzün­
den kavgaya tutuşmuştunuz. Hatırladın mı, onu bavuluma
koymuştun.”
Susannah kafası karışmış biçimde kaşlarını çattı. “O elbiseyi
ben almadım. Laurel sinir krizi geçirirdi.” Ardından yüzü ay­
2 3 7

dınlanarak gülümsedi. “Annen geri gidip onu senin için almış
olmalı.”
“Annem mi?” Annem asla bunu yapmazdı.
“Bu tam annenin işi.”
“Ama o bana hiç...” Sesim kesildi. Onu bana annemin almış
olabileceği olasılığım düşünmemiştim bile.
“Söylemez. Annen öyle biri değildir.” Susannah masanın
üzerinden uzanıp elimi tuttu. “O annen olduğu için dünyadaki
en şanslı kızsın. Bunu bil.”
Gökyüzü griydi ve hava biraz serindi. Yakında yağmur ya­
ğacaktı.
Dışarı o kadar sisliydi ki onu bulmam bir dakikamı aldı.
Sonunda bir kilometre kadar ileride buldum. Her zaman sahile
geri dönerdiniz. Dizlerine göğsüne çekmiş, oturuyordu. Yanına
oturduğumda bana bakmadı, sadece okyanusa bakmaya devam
etti.
İlk ben konuştum. “Çok özür dilerim. Gerçekten üzgünüm.
Keşke bilseydim...”
“Lütfen konuşmayı kes,” dedi.
Ayağa kalkmaya hazırlanarak “Üzgünüm,” diye fısıldadım.
Hep yanlış şeyi söylüyordum.
Conrad, “Gitme,” dedi ve omuzları çöktü. Yüzü de. Elleriyle
yüzünü örttü ve birden ikimiz de beş yaşma geri döndük.
“Ona çok kızgınım,” dedi. Başım eğerken omuzları da eğil­
mişti. Sonunda ağlıyordu.
Onu sessizce izledim. Sanki özel bir ana istemeden dâhil ol­
muştum; acı çekiyor olmasaydı asla görmeme izin vermeyeceği
bir ana. Eski Conrad, her şeyin kontrolü altında olmasını severdi.
2 3 8

O eski çekim kuvveti beni içine çekiyordu. Bu dalgaya; yani
aşka çekilip duruyordum. İlk aşk, ona geri dönmeme neden olu­
yordu. Onun yanında olmak hâlâ nefesimi kesiyordu. Geçen
gece ondan kurtulduğumu, özgür olduğumu düşünürken, ken­
di kendime yalan söylüyordum. Ne yaparsa yapsın, ne derse de­
sin, onu asla bırakmayacaktım.
Bir öpücükle birisinin acısını alabilmenin mümkün olup ol­
madığını düşündüm. Çünkü yapmak istediğim buydu. İçindeki
tüm acıyı alıp ondan çıkararak onu rahatlatmak, tanıdığım eski
oğlanın geri gelmesini sağlamak istiyordum. Uzanıp ensesine
dokundum. Conrad hafifçe irkildi ama elimi çekmedim. Elimi
orada tutup ensesini okşadım ve ardından başını kendime doğru
çevirip onu öptüm. İlk başlarda çekingen bir şekilde öpüyordum
ama sonra Conrad da bana karşılık vermeye başladı ve öpüş­
tük. Dudakları ılık ve istekliydi. Bana ihtiyacı vardı. Zihnim
tamamen boşaldı, aklımdan geçen tek düşünce, şu an Conrad
Fisher’ı öpüyorum ve o da beni öpüyor, idi. Susannah ölüyordu,
ben Conrad’ı öpüyordum.
Geri çekilen Conrad oldu. Kısık, boğuk bir sesle, “Özür di­
lerim,” dedi.
Parmaklarımla dudaklarıma dokundum. “Ne için?” Nefessiz
kalmış gibiydim.
“Bu şekilde olmamalı.” Durup tekrar konuşmaya başladı.
“Seni düşünüyorum. Bunu biliyorsun. Sadece şu an... Sadece
benim yanımda olur musun?”
Başımı salladım. Ağzımı açmaya korkmuştum.
Elini tutup sıktım, bu uzun zamandan beri yaptığım en doğ­
ru şey gibi geldi. Orada kumların içinde el ele otururken, sanki
2 3 9

hep bunu yapmıştık. Yağmur yağmaya başladı, ilk başta hafifti.
İlk yağmur damlaları kuma vururken kum taneleri boncuk bon­
cuk olup yuvarlandı.
Yağmur şiddetlenmeye başladı, kalkıp eve geri dönmek iste­
dim ama Conrad’ın bunu istemediğini anlayabiliyordum. Ben
de orada elini tutup oturarak sustum. Her şey çok uzak görünü­
yordu; o an sadece biz vardık.

Bölüm

az sonuna doğru her şey yavaşladı ve artık bizi bitişine
hazırlamaya başladı. Kar tatilleri gibiydi. Bir keresinde
büyük bir kar fırtınası olmuş ve iki koca hafta boyunca okula
gitmemiştik. Fakat bir süre sonra, bu okula gitmek anlamına
bile gelse, evden dışarı çıkmak istemiştik. Yazlıkta olmak da
böyleydi. Cennet bile bir süre sonra boğucu olmaya başlayabi­
lirdi. Sahilde hiçbir şey yapmadan o kadar uzun süre oturduk­
tan sonra, artık kendinizi gitmeye hazır hissediyordunuz.
Ben bunu her zaman, yazlıktan ayrılmadan bir hafta kadar
önce hissetmeye başlardım. Tabii zamanı gelince hiç orad.uı
ayrılmak istemezdim. Sonsuza dek orada kalmak isterdim.
Tam anlamıyla bir ikilemdi bu, çünkü arabaya biııip uzaklaş
maya başlar başlamaz tek istediğim, atlayıp eve geri koşm.ık
olurdu.

Cam iki kez aradı, ikisinde de telefonu açmadım. İlk ara­
dığında mesaj bırakmadı. İkincisinde bir mesaj bırakmıştı.
“Selam, ben Cam... ikimiz de ayrılmadan önce umarım seni
görürüm. Göremezsem de, şey, seninle takılmak gerçekten gü­
zeldi. Şey, evet. Eğer istersen beni arayabilirsin.”
Ona ne diyeceğimi bilemiyordum. Conrad’ı seviyordum ve
muhtemelen her zaman da sevecektim. Hayatımı onu öyle ya da
böyle severek geçirebilirdim. Belki evlenir, belki bir aile sahibi
olurdum ama bu önemli olmazdı çünkü kalbimin yazı barındı­
ran bir kısmı her zaman Conrad’ın olurdu. Bunları Cam’e nasıl
söylerdim ki? Onun için de bir parça ayrıldığını nasıl söylerdim?
Bana güzel olduğumu söyleyen ilk erkekti. Bir anlamı olmalıydı
bunun. Ama ben ona aynı güzel şeyleri söyleyemezdim. Ben de
aklıma gelen tek şeyi yaptım. Olayı olduğu gibi bıraktım. Onu
aramadım.
Jeremiah ile işler daha kolaydı. Benim üzerime hiç gelmezdi
yuııku. i liijbıı şey olmamış gibi davrandı, saııkı oturma odasın­
da birbirimizle hiç konuşmamışız gibi. Şakalar yapmaya, bana
Belly Button demeye ve Jeremiah olmaya devam etti.
Sonunda Conrad’ı anlamıştım. Demek istediğim, şu an bun­
larla, yani benimle baş edemeyeceğini söylerken, ne demek iste­
diğini anlamıştım. Ben de edemezdim. Tek yapmak istediğim,
her saniyemi evde Susannah ile geçirmekti. Yazın son kalan
damlalarını da içime çekip bunun da önceki yazlar gibi olduğu
numarasını yapmaktı. Tek istediğim buydu.

Bölüm
^^yyrılmadan önceki son günden nefret ederdim çünkü te­
mizlik güniivdü ve çocukken, eve kum taşırız dive sahile
gitmemize izin verilmezdi, lüm çarşafları yıkayıp kumları
süpürdük, sörf tahtalarıyla deniz yataklarının bodrumdaki
yerlerinde olduğundan emin olduk, buzdolabını temizledik
ve eve dönüş yolculuğu için kendimize sandviçler hazırladık.
Annem işin başındaydı. Her şeyin aynı bulunduğu şekilde bı­
rakılmasında ısrar etti. “Böylece bir sonraki yaza hazır hâlde
kalır,” dedi. Bilmediği şeyse, biz evden ayrıldıktan sonra ve
yazın eve gelmeden önce, temizlikçilerin eve gelip işleri hal­
lettiğiydi.
Bir keresinde Susannah’yı temizlikçileri arayıp randevu alır­
ken yakalamıştım. Susannah bir eliyle telefonun ahizesini kapa­
yıp suçlulukla, “Annene söyleme, olur mu Belly?” demişti.

Başımı sallamıştım. İkimizin arasında bir sır gibiydi ve ho­
şuma gitmişti. Aslına bakılırsa annem temizlik yapmayı sever
ve bizim işimiz olarak gördüğü şeyleri temizlikçilerin ya da hiz­
metçilerin yapmasını doğru bulmazdı. “Birisinden, sen yapabi-
liyorken, senin yerine dişlerini fırçalamasını ya da ayakkabılarını
bağlamasını ister miydin?” diyordu, ki bunun cevabı hayırdı.
Susannah beni üçüncü kere, bir süpürgeyle mutfağı süpürür­
ken görünce, “Kumu dert etme,” derdi. Ben yine de süpürme­
ye devam ederdim. Annem ayağının altında kum hissederse ne
derdi, biliyordum.
O akşam yemek için buzdolabında kalan ne varsa yedik.
Geleneğimiz buydu. Annem iki donmuş pizzayı pişirdi, pilavı
ısıttı, solmuş kereviz ve domateslerden bir salata yaptı. Midye
çorbası ile kaburga eti ve Susannah’nın bir hafta öncesinden
kalma patates salatası da vardı. Kimsenin yemek istemediği eski
yemeklerden oluşan bir açık büfe gibiydi.
\ ine de yedik. Mutlak masasının etrahna oturup alumınyum
tabaklardan bir şeyler atıştırdık. Conrad bana gizlice bakışlar
atıp durdu. Ben ona her geri baktığımda bakışlarını kaçırdı.
Ona, buradayım, demek istedim. Hâlâ buradayım.
Hepimiz sessizce yemek yiyorduk ki Jeremiah sessizliği boza­
rak “Bu patates salatası ağız gibi kokuyor,” dedi.
Conrad, “O senin ağzından geliyordur,” dedi.
Hepimiz buna güldük ve bir gevşeme hissedildi. Gülmenin
sorun olmaması, üzgün olmamak iyi gelmişti.
Sonra Conrad, “Bu kaburganın üzerinde küf var,” dedi ve
hepimiz tekrar güldük. Uzun zamandır gülmemişim gibi hisse­
diyordum kendimi.

PKu8[ 77 chap25.xhtml Bölüm 26

Bölüm 26

Annem gözlerini devirdi. “Biraz küf yesen ölür müsün? Onu
kazı girsin. Bana ver. Ben yerim.”
Conrad ellerini teslim olurmuş gibi havaya kaldırdı ve ka­
burga etine çatalını batırıp onu abartıyla annemin tabağına koy­
du. “Afiyet olsun Laurel.”
Annem, “Bu oğlanları çok şımartıyorsun Beck,” dedi ve her
şey, herhangi bir günde yaşananlar gibi geldi. “Belly artık ye­
meklerle büyümüştür, değil mi fasulyem?”
“Evet,” dedim. “Ben kimsenin istemediği, artık yemeklerle
beslenen, ihmal edilmiş çocuktum,” dedim.
Annem gülümsemesini bastırıp patates salatasını bana uzattı.
Susannah, Conrad’ın omzuna, Jeremiah’nın yanağına doku­
narak “Onları şımartıyorum,” dedi. “Onlar birer melek. Neden
şımartmayayım ki?”
İki oğlan bir an birbirlerine baktı. Sonra Conrad, “Ben mele­
ğim ama jere daha çok o nur topu gibi olan çocuklara benziyor,”
dedi. Ardından uzanıp Jeremiah nın saçlarını sertçe karıştırdı.
Jeremiah onun elini ittirdi. “O melek falan değil, şeytanın ken­
disi,” dedi. Sanki kavgaları hafızalardan silinmişti. Erkekler böyle
olurdu. Kavga ederler sonra da her şeyin üzerine sünger çekerlerdi.
Annem, Conrad’ın tabağına koyduğu kaburgayı aldı ve ona
bakıp geri koydu. İç çekerek “Bunu yiyemem,” dedi.
Susannah saçlarını gözünden çekip gülerek “Küften ölmez­
sin,” dedi. Çatalını havaya kaldırarak “Ne öldürür, biliyor mu­
sun?” dedi.
Hepimiz ona baktık.
Zafer kazanmışçasına, “Kanser,” dedi. Yüzünden hiçbir şey
ele vermiyordu. Kahkahalara boğulmadan önce, tam dört sani­

ye, öylece donuk bir ifadeyle kaldı. Conrad da sonunda gülüm­
seyene dek onun saçlarım karıştırdı. Conrad’ın gülmek isteme­
diğini ama annesi için güldüğünü anlıyordum.
“Dinleyin,” dedi Susannah. “Size olacakları anlatayım.
Akupunktura gidiyorum, ilaçlarımı alıyorum ve hâlâ bununla
elimden geldiğince savaşıyorum. Doktorum bu noktada yapabi­
leceklerimin en fazla bunlar olduğunu söylüyor. Bedenime daha
fazla zehir enjekte etmeyi ya da hastanede daha fazla zaman ge­
çirmeyi reddediyorum. Olmak istediğim yer burası. Benim için
en önemli olan insanların yanı, l amam mı?” Hepimize baktı.
Hepimiz, “Tamam,” dediysek de hiçbir şekilde tamam değil­
di. Hiç de olmayacaktı.
Susannah konuşmaya devam etti. “Sonsuza yolculuğa çık­
tığımda, tüm hayatım boyunca bir hastane odasına hapsolmuş
gibi görünmek istemiyorum. En azından bronz olmak istiyo­
rum. Belly kadar bronz olmak istiyorum.” Çatalıyla beni işaret
etti.
Annem, “Beck, eğer Belly kadar bronz olmak istiyorsan
daha çok zamana ihtiyacın var. Bunu bir yazda elde edemezsin.
Benim kızım, annesinin karnından bronz doğmadı, bunun için
yıllar gerekir,” dedi. Basitçe, mantıklı bir biçimde söylemişti
bunu.
Susannah henüz hazır değildi. Hiçbirimiz değildik.
Yemekten sonra toplanmak için herkes kendi yoluna gitti.
Ev çok sessizdi. Odamda kalıp giysilerimi, ayakkabılarımı kitap­
larımı topladım. Mayolarımı toplama vakti gelene kadar. Ama
bunu yapmaya henüz hazır değildim. Bir kere daha yüzmek is­
tiyordum.

Mayomu giyip biri Jeremiah’ya biri Conrad’a iki not yazdım.
İki nota da, “Gece yarısı yüzmesi. On dakika içinde benimle bu­
luşun,” yazdım. İki kapının altından notlan ittim ve arkamdan
havalanan havlumla, elimden geldiğince çabuk merdivenlerden
indim. Yazın böyle bitmesine izin veremezdim. Hep beraber gü­
zel bir an geçirmeden bu evden ayrılamazdık.
Ev karanlıktı ve ışıkları açmadan dışarı çıktım. Açmama ge­
rek yoktu. Orayı ezbere biliyordum.
Dışarı çıkar çıkmaz havuza daldım. Karın üstü suya atla­
dım, belki de bu evdeki son dalışımdı bu. Ay parlak ve beyaz­
dı, oğlanları beklerken suyun üzerinde kalıp yıldızları sayarak
okyanusun sesini dinledim. Gelgit böyle alçakken, bir ninni
gibi fısıldayıp mırıldanırdı. Sonsuza kadar bu anda kalmayı
dilerdim. İçinde donmuş bir anı barındıran plastik kar topla­
rından biri gibi.
Beck’in oğlanları beraber aşağı indi. Sanırım merdivenlerde
karşılaşmışlardı. İkisi de mayosunu giymişti. 1 üm yaz boyunca
Conrad’ı mayosuyla görmediğimi, bu havuzda ilk günden bu
yana yüzmediğimizi fark ettim. Jeremiah ile de sadece bir ya da
iki kez okyanusta yüzmüştük. Cam ile ya da yalnız yüzmelerim
dışında, yüzme zamanı neredeyse hiç olmayan bir yaz olmuştu.
O düşünce beni inanılmaz üzdü. Son yazımız olabilirdi bu ve
birlikte yüzmemiştik bile.
Sırtüstü suda dururken, “Merhaba,” dedim.
Conrad parmağım suya daldırdı. “Su, yüzmek için biraz so­
ğuk değil mi?”
Yüksek sesle gıdaklayarak “Tavuk,” dedim. “Atla ve bir an
önce kurtul.”

Oğlanlar birbirlerine baktı. Ardından Jeremiah koşarak suya
atladı ve onu Conrad izledi. İkisi de suyu feci sıçrattı ve ben de
güldüğüm için bir sürü su yuttum ama umurumda değildi.
Derin kısma yüzdük ve dibe batmamak için ellerimle suda
daireler çizmeye başladım. Conrad uzanıp kâküllerimi gözle­
rimin önünden çekti. Küçük bir hareketti ama Jeremiah bunu
gördü ve dönerek havuzun kenarına doğru yüzdü.
Bir saniye kendimi üzgün hissettim ama sonra aniden bir
şey aklıma geldi. Bir hatıra kitabının arasındaki bir yaprak gibi
yüreğime oturdu. Kollarımı havaya kaldırıp bir su balerini gibi
daireler çizmeye başladım.
Dönerken bir yandan da tekrar etim. “Maggi ve Milly ve
Molly ile May/ Bir gün sahile oynamaya giderler / Maggie şarkı
söyleyen bir deniz kabuğu bulur / Tüm dertlerini unutur ve/
Milly ışınları beş uyuşuk parmak gibi olan yalnız bir yıldızla
arkadaş olur...”
Jeremiah sırıttı. “Molly de korkunç bir şey tarafından takip
edilir / Köpükler çıkarırken yan yan giden bir şey / May de eve
yuvarlak bir taşla gelir / Bir dünya gibi küçük ve yalnızlık kadar
büyük bir şeyle...”
Conrad da katılınca hep beraber söyledik. “Kaybettiğimiz
her şey (sen ya da ben) karşılığında / Her zaman kendimizi bu­
luruz denizde.”
Susannah’nın en sevdiği şiirdi bu; uzun zaman önce bize öğ­
retmişti. Deniz kabuklarıyla deniz analarım işaret ettiğinde onun
doğa yürüyüşlerinden birini yapıyorduk. O gün kol kola sahile
inmiş ve bunu o kadar yüksek sesle okumuştuk ki sanırım ba­
lıkları uyandırmıştık. Milli marşımız gibi ezbere bilirdik bu şiiri.

Birden, “Bu buradaki son yazımız olabilir,’’ dedim.
Jeremiah yanıma gelerek “İmkânsız,” dedi.
“Bu sonbaharda Conrad üniversiteye gidecek, senin de fut­
bol kampın var,” diye hatırlattım ona. Yine de Conrad’ın üni­
versiteye ya da Jeremiah’nın iki haftalığına kampa gitmesinin
gelecek yaz buraya gelmememizle ilgisi yoktu. Hepimizin dü­
şündüğü şeyi, Susannah’mn hasta olduğunu ve iyileşemeyeceği­
ni, onun bizi bir arada tutan ip olduğunu söylemedim.
Conrad başım salladı. “Önemli değil. Her zaman geri gele­
ceğiz.”
Onun bir an için kendisiyle Jeremiah’yı mı kastettiğini düşü­
nürken, “Hepimiz,” dedi.
Tekrar sessizleştik ve aklıma bir fikir geldi. “Haydi bir girdap
yapalım!” deyip ellerimi kavuşturdum.
Conrad bana gülümseyip başını sallayarak “Çok çocuksun,”
dedi. Bana çocuk demesi ilk defa beni rahatsız etmedi. Aksine
bir iltifat gibi geldi.
Havuzun ortasına gitti. “Haydi gelin çocuklar!”
Onlar da bana doğru yüzdüler ve bir daire yapıp elimizden
geldiğince hızlı koştuk. Jeremiah gülerek “Daha hızlı!” diye ba­
ğırdı.
Ardından durup kendimizi gevşeterek az önce yarattığımız
girdaba bıraktık kendimizi. Başımı arkaya yaslayıp akıntının
beni sürüklemesine izin verdim.

Bölüm
y^yfadığında sesini tanımadım. Kısmen onun aramasını bek­
lemediğimden, kısmen de hâlâ varı uvkulıı olduğumdan
Bana, "Arabadayım, evinize doğru geliyorum. Seni görebilir
miyim?” demişti.
Gecenin on iki buçuğuydu. Boston beş buçuk saat mesafe­
deydi. Tüm akşam araba kullanmıştı. Beni görmek istiyordu.
Ona, yola park etmesini, annem yatağa gittikten sonra onun­
la köşede buluşacağımı söyledim. Bekleyeceğini söyledi.
Işıkları kapayıp pencerenin yanında arka farlara bakındım.
Arabasını görür görmez dışarı koşmak istedim ama beklemem
gerekiyordu. Annemin, odasında dolandığım işitebiliyor ve
uyumadan önce en az yarım saat yatağında kitap okuyacağını
biliyordum. Onun dışarıda beni beklediğini bilmek ve onun ya­
nına gidememek âdeta işkence gibiydi.

Karanlıkta, büyükannemin Noel’de benim için ördüğü at­
kıyla bereyi taktım. Ardından yatak odamın kapısını kapayıp
annemin odasının önünden kulağımı kapıya yaslayıp parmak
uçlarımda geçerek koridorda ilerledim. Odasının ışığı sönmüştü
ve hafifçe horladığım duyabiliyordum. Şansıma Steven henüz
evde değildi, yoksa babamız gibi onun uykusu da çok hafifti.
Annem sonunda uyumuştu; ev sessiz ve hareketsizdi. Noel
ağacımız hâlâ kuruluydu. İşıklarını hâlâ açık tutuyorduk.
Çünkü hâlâ Noel’miş gibi bir his veriyordu. Sanki Noel Baba
her an elinde hediyelerle çıkabilecekmiş gibi. Anneme not bı­
rakmadım, sabah uyanıp da nerede olduğumu merak ettiğinde
onu arardım.
Ortadaki gıcırdayan basamağa dikkat ederek merdivenlerden
aşağı indim ama evden çıkınca, ön basamaklardan ve ayaz yap­
mış bahçenin üzerinden koşarak geçtim. Spor ayakkabılarımın
altlan her adımda çatırdadı Paltomu givmevi unutmuştum
Atkıyla bereyi hatırlamıştım ama paltoyu unutmuştum.
Tam olması gerektiği yerde, köşedeydi. Arabada hiç ışık yan­
mıyordu, sanki daha önce milyon kere yapmışım gibi yolcu ka­
pısını açtım ama aslında bunu hiç yapmamıştım. Hiç arabasına
binmemiştim. Onu ağustostan beri görmüyordum.
Kafamı içeri soktum ama içeri girmedim. Önce ona bak­
mak istiyordum. Bakmalıydım. Kıştı ve gri bir kazak giyiyordu.
Yanakları soğuktan kızarmış, bronzluğu gitmişti ama hâlâ aynı
görünüyordu. “Hey,” deyip içeri girdim.
“Palton yok,” dedi.
Konuşurken titrememe rağmen, “O kadar da soğuk değil,”
dedim.

Üzerindeki kazağı çıkarıp hana vererek “Al,” dedi.
Kazağı giydim. Sıcaktı ve sigara kokmuyordu. Sadece o
kokuyordu. Demek Conrad sonunda sigarayı bırakmıştı.
Gülümsedim.
Motoru çalıştırdı.
“Gerçekten burada olduğuna inanamıyorum,” dedim.
O da neredeyse utangaçça, “Ben de,” dedi. Ve tereddüt etti.
“Hâlâ benimle geliyor musun?”
Bunu sormasına bile inanamadım. Onunla her yere gi­
derdim.
“Evet,” dedim.
Dünyada sanki o andan başka hiçbir şey yoktu. Sadece biz
vardık. Geçtiğimiz ve ondan önceki yazlar olan her şey, bizi bu
sonuca getirmişti. Şimdiye.

u/v
İlk olarak ve her zaman için, Pippin kadınlarına teşekkürler:
Emily van Beek. Holly McGhee ve Samantha Cosentino.
Bana kimsenin göstermediği kadar destek gösteren sıra dışı
editörüm Emily Meehan’ın yanında, Couıtney Boııgiolatti’ye
teşekkür ederim.
Euck Ruth Cummins ve S&S’deki herkese de.
) .1, B(.\^ i iV j <. . >. C .aüu/Liiı O k u l u ua, y a/.ı u a y a l ı ı ı ı a
sürekli desteklerinden ötürü çok teşekkürler.
Yazı grubum Longstockings’e, özellikle de her pazartesi
karşıma oturup beni yüreklendiren bir tane Longstocking’e -
Siobhan, sana diyorum, teşekkürler.
Ve bana erkek arkadaşları, sahilleri, çocukları, hayatları içine
alacak denli uzayarak sonsuza dek sürecek cinsten arkadaşlıklar
konusunda yazmakta ilham kaynağı olduğu için Gram’e teşek-
kürler.

|
m
**>
M

o v a i
7/
HER ŞEY BU YAZ OLDU.
VE ONDAN ÖNCEKİ BÜTÜN YAZLAR,
BU YAZ İÇİN VARDI.
Belly, her sene okullar kapanınca, hayatının bütün
yazlarını geçirdiği aile dostlarının evine gelir ve kendini
müthiş bir tatilin kollarına atar. Annesinin en yakın
arkadaşı Susannah ile samimi sohbetler, geceleri
onu bekleyen havuz eğlenceleri, nefis bir kumsal ve
vazgeçemediği iki genç adam,,, Belly'nin kendini
bildi bileli âşık olduğu ulaşılmaz Conrad ve genç kızı
gerçekten ciddiye alan tek kişi,
arkadaş canlısı Jeremiah,
Ama bu yıl başından beri bir şeyler farklı.
Herkes Belly'yi ilk kez fark etmiş gibi,
Harika bir yaz olacak.
Belly’nin asla unutamayacağı bir yaz,.,
Artemis Severler ti
> *
i 0
JENNY HAN , Richmond, Virginia'da doğdu ve Unlversity of
North Carolina'da yaratıcı yazarlık.okudu. New York’ta yaşıyor.
Yazarla ilgili ayrıntılı bilgiye dearjennyhan.com adresinden ulaşabilirsiniz.
ISBN 978-605-304-091-0:
7 8 6 0 5 3 0 4 0 9
Kapak Tasarım: photoRepublic, 2016

PKu8[! toc.ncx Güzelleştiğim O Yaz Bölüm 1Bölüm 2Bölüm 3Bölüm 4Bölüm 5Bölüm 6Bölüm 7Bölüm 8Bölüm 9Bölüm 10Bölüm 11Bölüm 12Bölüm 13Bölüm 14Bölüm 15Bölüm 16Bölüm 17Bölüm 18Bölüm 19Bölüm 20Bölüm 21Bölüm 22Bölüm 23Bölüm 24Bölüm 25Bölüm 26 PKu8[{BMETA-INF/container.xml PKu8[oa,mimetypePKu8[(q :content.opfPKu8[yK"K" E chap0.xhtmlPKu8[T@@ .chap1.xhtmlPKu8[ӑ55 ochap2.xhtmlPKu8[εb+.+. achap3.xhtmlPKu8[qc22 chap4.xhtmlPKu8[}s99 ~chap5.xhtmlPKu8[׃:: s@chap6.xhtmlPKu8[YUk>> zchap7.xhtmlPKu8[ʝ^(:(: ¹chap8.xhtmlPKu8[y?8?8 chap9.xhtmlPKu8[:%;; {,chap10.xhtmlPKu8[DIDD Qhchap11.xhtmlPKu8[cZM2M2 chap12.xhtmlPKu8[kEE chap13.xhtmlPKu8[K;; $chap14.xhtmlPKu8[Z",1919 `chap15.xhtmlPKu8[aw;w; Wchap16.xhtmlPKu8[ H=H= chap17.xhtmlPKu8[al0l0 jchap18.xhtmlPKu8[C33 Dchap19.xhtmlPKu8[88 wchap20.xhtmlPKu8[W8f,f, chap21.xhtmlPKu8[D6D8D8 chap22.xhtmlPKu8[T~mB=B= chap23.xhtmlPKu8[߭E)8)8 ZSchap24.xhtmlPKu8[ 77 chap25.xhtmlPKu8[! ltoc.ncxPKu8[{B5META-INF/container.xmlPKN